13.3 C
İstanbul
Pazartesi, Mayıs 13, 2024

Demokrasi Üzerine: Dr. İsmail Cem Karadut

  Dr. İsmail Cem Karadut Kimdir?

Eskişehirli’dir. Lisans ve yüksek lisansını Antalya Akdeniz Üniversitesi’nde yapmış, doktorasını da aynı üniversitede bitirmiş olan Karadut, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü’nün akademik kadrosunda yer almaktadır. Bunun yanında; lisans döneminde Erasmus öğrencisi olarak, Almanya Hannover Üniversitesi’nde bulunan Avrupa Çalışmaları Enstitüsü’nden, yüksek lisans döneminde ABD Louisiana Eyalet Üniversitesi Kamu Yönetimi Enstitüsü’nden dersler almış; doktorada ise İtalya Siena Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde konuk akademisyen olarak Türkiye’deki yeni anayasa süreci hakkında bir konuşma yapmış ve AB–Türkiye ilişkileri hakkında ders vermiştir. Çalışma alanları; demokrasi, küresel siyaset ve Türk siyasal hayatıdır.

  1. Sosyal bilimlerde kavram konusunda çok büyük sıkıntılar olmakta. Biz demokrasi konusuna bakarken, birçok tanımla karşılaştık. Acaba siz demokrasiyi nasıl tanımlarsınız veya demokrasi tanımlanabilir mi? Sosyal bilimlerde kavramlar üzerinde genel tanımlar yapılabilir mi?

Öncelikle bana bu röportaj fırsatını verdiğiniz için başta size ve Siyasal Hayvan ekibine teşekkür ederim. Ben doktora tezimi yeni bitirdim ki ulus-ötesi demokrasi özelinde demokrasiyi kökeni, kapsamı, biçimi ve kısıtlılıkları anlamında değerlendirmeye çalıştım. Senin de belirttiğin gibi, sosyal bilimlerde tanım bir ‘mesele’dir ve çok önemlidir. Bir şeyi tanımlayamazsan, onu yetkin bir biçimde ele alamazsın. Ele alsan bile, bu çok muğlak kalır. Örneğin; G. Sartori adında bir siyaset bilimci ‘’biz kavramlara ilişkin kesin tanımlar yapamazsak,  o kavramlar politik olan her şeyle ilişkili olur.’’ der. Haliyle her şeyle uğraşmak zordur. Yine de ben, demokrasinin bu ‘muğlak’lığından faydalandım, diyebilirim.

Bir dönem bulunduğum Amerika’da hocalarımdan birisi şöyle demişti: ‘’Demokrasi ve siyaset eş anlamlıdır.” Yani, demokrasi ve siyaset farklı yazılan ama aynı anlama gelen kelimelerdir, kavramlardır. Hakikaten, demokrasinin olduğu her yerde siyaset var, siyasetin olduğu her yerde de ideal olarak demokrasinin olması gerekir. Zira, siyaset nedir? Siyaset, senin düşüncelerini, taleplerini dillendirebileceğin ortamın sağlanmasıdır, o araçların, imkânın olmasıdır. O yüzden demokrasiyi tanımlamak çok güç ve kapsamlı bir iş. Ama klasik tanımı vardır ya Lincoln’ün ‘’Halkın, halk için, halk adına yönetimi’’ diye… En azından bir fikir vermek adına bu tanım iyidir. Benim demokrasiye ilişkin en sevdiğim tanım ise, biraz indirgemeci ve minimal olsa da, partilerin seçimleri kaybedebildiği bir yönetim olduğudur. Ayrıca demokrasi, siyasetin ve yönetimin meşrulaştırıcı ilkelerinin de jenerik ismidir. Her yönetim biçimi için de öyledir, aslında. Monarşi için de o yönetimi meşrulaştırmak için çeşitli şeyler ortaya atılır. Örneğin; yönetenin Tanrı’nın bu dünyadaki “gölgesi” ya da temsilcisi olduğu söylenir. Aristokratik, elit yönetimlerde de böylesi kendini meşrulaştırıcı ve haklılaştırıcı kabuller var… Demokrasinin çekirdek tartışması da budur. İnsanlar, kendi kaderinin üstüne mantıklı kararlar alabilir mi? İşte elitler, ‘’alamazlar’’derler. ‘’Onların yerine biz daha iyi kararlar alırız’’ı savunurlar. Demokrat –halkın gücüne inanan, halkın gücüne dayanan- insanlar ise kendi kaderleri üzerinde iyi, güzel kararlar alabileceklerini belirtirler. Bu önemlidir, çünkü iyi bir şey bile olsa, tek kişinin verdiği karar, yüzbinlerin verdiği karardan yüzbin kez daha antidemokratiktir. Sonuç ne kadar iyi olursa olsun! Yani demokrasi dediğimizde biçim özü önceler.

Demokrasiyi tanımlamaya biçimsel açıdan yaklaşırsak… Yani düzenli, serbest, adil (burada adilin altı çizilmeli) seçimlerin olduğu bir siyasal sistem olarak tanımlayabiliriz, onu… Ama maksimalist olarak, içeriğe vurgu yaparsak, çeşitli değerlerle demokrasinin el ele yürüdüğü, hatta dans ettiği, hukuk devleti olsun, gelir dengesi/adaleti olsun, genel anlamda adalet olsun, fırsat eşitliği olsun… Bunları temsil eden demokrasi de bu anlamda, insan haklarıyla da sembiyotik ilişkisi olan bir kavramdır. Yani;  biri olmadan, diğeri olmuyor. Hani anne, karnında çocuğunu taşır ya, demokrasi de karnında insan haklarının taşır, onu besler. Tersi de düşünülebilir. İnsan haklarına anne bedeni dersek, demokrasi de kordonla ona doğrudan bağlıdır.

İnsanlar ortak yaşamak zorunda, “siyasal hayvan” kavramı da ortak yaşamdan geliyor. Bunun sonucunda da kolektif ihtiyaçlarımız var. O ihtiyaçların giderilmesine yönelik, aldığımız kararlar var. Bu kararların en meşru, en istenir yöntemidir demokrasi. Kendini de meşrulaştırır, diğer yönetim sistemleri gibi. Bugüne değin demokrasi, en çok ayakta kalanıdır ve tabiri caizse diğer yönetim sistemlerini de ‘dövmüştür’, aristokrasiden monarşiye kadar… Hatta demokrasiyi kötüleyenler çıkmıştır, ‘’ayak takımının yönetimi’’ diye…  Ama demokrasi bu savaşların hepsini kazanmıştır. Bugün de en istenir, hatta rıza oluşturma ve üretme anlamında, hegemonik hale gelmiş bir değerler bütünü ve yönetim biçimidir. Bu nedenle hala demokrasi tartışılmaktadır ki bu onun canlılığını, dinamizmini gösterir.

Sonuçta dedik ya, siyaset/yönetim ve demokrasi aynı şeylerdir diye… Bundan sonra sorulan soru ise demokrasi ile iyi yönetimin birbirlerine denk/eşit olup olmadığıdır. Tartışmalar da bu noktadan devam etmektedir. Demokrasi bir ‘ilişki’dir; devleti, iktidarı, sivil toplumu bir araya getiren bir ilişki. Diğer bir deyişle, demokrasi var olmakla yetinemez, bir ilişki olduğundan her gün yeniden üretilmelidir. Hacettepe Üniversitesi’nden Ali Murat Hoca’nın dediği gibi (ki bunu çok sevdiğim Ankaralı bir arkadaşım bana aktarmıştı), “Eğer besleniyorsa, aşıları yapılmış ve sağlıklıysa, bir öküzün yarına sağ çıkabileceğini öngörebiliriz. Devlet, toplum gibi varlıklar/kavramlar/olgular için aynı şeyi söyleyemeyiz zira bunlar bir ilişki olduğundan her gün kendini yeniden üretmelidir. Üretemediği anda kopuşlar olur.” Demokrasi de böyledir.

  1. Tarihe baktığımız zaman, özellikle Türk tarihine, III. Selim’den itibaren ortaya konulan bir ‘’yenileşme hareketi’’ var. Bu hareket; Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı gibi gelişmelerle birlikte Cumhuriyet kurulmasıyla devam etmiştir. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra ‘’Batı’’ya doğru bir eğilim devam etmiştir. Ancak bu akım, darbelerle ve muhtıralarla kesintiye uğramıştır. Bu durumlar ışığında ‘’biz’’ demokrasiyi yanlış mı anladık? Batı-Doğu ayrımını demokraside görmek mümkün mü?

Ben Doğu-Batı ayrımına çok yatkın değilim açıkçası. Doğu dediğin batının biraz daha batısıdır. Batı dediğin de doğunun biraz doğusu… Dünya yuvarlaktır sonuçta. Biz yanlış anladık derken, aslında biz demokrasinin doğduğu topraklara çok daha yakınız Fransızlardan, İskandinavyalılardan. Şu kelimeyi çok sevmiyorum ama ‘’demokrasinin kalitesi’’  bağlamında çok önde tutulan ülkeler bunlar. Demokrasiyi yanlış mı anladık, bence anlamadık. Türkiye’nin çok köklü bir demokrasi geleneği var. Ne kadar eleştirsek de, 1908’den beri bu ülkede seçimler yapılıyor, her ne kadar bazıları ‘’sopalı’’ seçimler olarak geçse de… Hatta bu tarih içerisinde iki dereceli seçim uygulamalarını da görsek de… Kısası, bu topraklarda bir demokrasi geleneği var. Dediğin üzere, bu gelenek darbelerle zedelenmiş.

Her dönem bir mücadele olmuş. III.Selim’den öncesine gidelim, Kanuni dönemine. Aslında imparatorluğun yozlaşmaya başladığı, bozulma belirtileri gösterdiği zaman o dönemdir. Niye Kanuni deriz? Çünkü çok kanun çıkarttığı için. Aslında yönetim bozulmaya başlamıştır, o bozulmaları düzeltmek içindir, kanunlar. Bunu ben değil, Koçi Bey Risaleleri olarak bilinen ve IV.Murat’a zamanında rapor edilmiş belgeler söylüyor. Sonra ıslahat demeli, yenileşmeden ziyade… Islah etmek anlamında; sen kendine güveniyorsun, 17. YY, 18. YY ve 19. YY…. Islahatın başına bakarsak, “ben zaten iyiyim, ben bu hale nasıl düştüm?” diye düşünüyor, Osmanlılar. Çözümü ise kendisini ıslah etmek, öze dönmek olarak düşünüyor. Özden kopulduğu için bu durumların oluştuğu inancı var. Ancak 19.YY.’la birlikte, Tanzimat ve Islahat Fermanı’yla, bakıyorlar ki bir eksiklik var. Restorasyon sürecinden ziyade, bir reformasyon süreci başlıyor.

Osmanlı’ya bakıyoruz ama Batı’da da bir sürü mücadeleden sonra demokrasi için olanaklılık koşullar ortaya çıkmaya başlıyor. Hani şu, kilise-devlet ayrımı ve devletin otoritesinin kiliseye baskın çıkması… Onlar şöyle adlandırıyorlar: Kilise (Dominium), devlet (imperium-imparatorluk yetkisi) mücadelesinden devletin galip çıkması, demokrasinin de dominiuma karşı galibiyeti önemlidir. Westphalia vardır, din savaşlarını bitirmek üzere yapılmıştır. Antlaşmada bir tabir geçer: ‘’Devlet kimin ise, din de onundur’’ diye. Anlamı ise; imperium’un dominium’un önüne geçmesi ve savaşılacaksa bile bunun nedeninin din olmaması, daha dünyevi şeyler olmasıdır. Buradan bakarsak, Osmanlı İmparatorluğuna da ‘laik’ diyebiliriz. Çünkü bir örfi (imperium) hukuk var, bir de şer-i hukuk (dominum). Örfi hukukun şer-i hukuka her daim ‘ayar’ verdiğini görüyoruz. Yavuz Sultan Selim Memlüklülere karşı, -ki Memlüklüler hem Müslümandır,  hem de  Sünnidir- savaş açabilmiştir. Yani, Şeyhülislamdan Müslüman olan bir devlete karşı bir cihat fetvası alması gerekir ve Yavuz bunu da aldırabilmiştir.

Doğu-Batı arasında;  Türkiye, doğuyu sahiplenebilir, batıyı da. Coğrafyamız buna uygun zira… Doğuda olup da ya da Ortadoğu’da olup da, böyle biçimsel anlamda demokrasisi olan tek medeniyetiz… Bundan sonra önemli olan, demokrasi pratiğinin kalitesini artırmak… Seçimlerin hakikaten serbest, düzenli, adil olmasını sağlamak, özsel olarak da, insanlık onurun gerekliliklerini yerine getirmek… Hem minimalist anlamda, hem maksimalist anlamda, demokrasiyi tutturmak… Dediğin üzere, Doğu bu konuda biraz geride ama böyle konuşmak çok oryantalist bir bakış açısı olur. Evet, Batı’da bizim demokrasi dediğimiz şey gelişkin olabilir ama bu sadece onların Batı’da olmasıyla açıklanamaz. Farklı faktörler vardır, işin içerisinde. Toplumsal yapı olsun, kültürel yapı olsun, tarih olsun, coğrafya olsun…

  1. Günümüzde, toplumumuzda bir ‘’kutuplaşma’’ durumu söz konusu. Özellikle teknolojinin gelişmesinin etkisiyle, sosyal medya üzerinden bu kutuplaşmanın devam ettiğini görüyoruz. Bu kutuplaşma, siyasi iktidarla ve siyasi partilerle ilgili bir sorun değil sadece. Toplum, bu durumu ortadan kaldırmak için ‘’empatik demokratik siyaset’’ kavramını kullanabilir mi? Bazı siyasi partilerin bu konulardaki çalışmaları, topluma da yansır mı?

Söylediğiniz şeyler yine demokrasiyle, demokratik siyasetle ilgili… Demokrasi ilk ortaya çıktığı zaman, Antik Yunan’da, yüz yüze yani, doğrudan bir pratik. Temsil kurumu yok, bizim bildiğimiz. Alıştığımız şey, temsilcilerimizin olmasıdır ama Antik Yunan’da doğrudan doğruya yürütülen bir pratiktir. İnsanlar aldıkları kararların, aynı zamanda uygulayıcısı durumundalar. Bu nedenle, kutuplaşma/ayrışma o anlamda yok. Antik Yunan’daki demokrasi, bu bakımdan bildiğimiz demokrasi kavramından çok uzaktadır. Yani;  kadınların demokrasi kapsamına alınmadığı, yabancıların oy kullanamadığı ve köleliğin olduğu bir durum söz konusu. Antik Yunan demokrasisine şöyle diyebiliriz, insanları yönetime katmaktan ziyade, ‘’nasıl dışlarım’’ diye düşünen ve onu uygulayan bir pratiktir.

Aslında kutuplaşma, çok kötü bir şey değil, yani çatışma kötü değil. Çatışma, siyasete ilişkindir, siyaset ise demokrasiye ilişkindir. Bunların olması gerekir ama çatışmanın sonucuna bakmak gerek… Eğer çatışmanın sonucunda insanlar birbirlerini zedeliyorlarsa, birbirlerini yok etmek çalışıyorlarsa, tabii ki bu kabul edilemez.  Örneğin, Radikal demokrasi projesi diye bir şey var. Antagonizmayı agonizmaya çevirmek. Antagonizmanın Türkçesi, yaman çelişkidir. O kadar birbirine düşmansındır ki, yok etmeye çalışırsın, birbirini… Ama agonizma nedir, aslında bir tatlı rekabettir. Tatlı rekabet içerisinde bir duruma ortak olmaya çalışırsın. Zira radikallerin eleştirdiği nokta; özellikle liberal demokraside, geniş, büyük bir mutabakata varamayacağımızdır. Yani, insanların mutabakata varmaları çok zordur. Bu bağlamda, kutuplaşmayı ben şöyle görüyorum: “Ya o, ya bu” seçenekleriyle insanlara gelinmemeli… Seçenekleri çoğaltabilmeliyiz. Yani mesele, çoğulcu bir yapıyı oluşturmak üzerine olmalıdır.

Özellikle bazı siyasi partilerin son dönemde radikal demokrasi projesinden etkilendiklerini görüyoruz. Demokrasi pratiğinin doğrudan doğruya ve küçük topluluklar halinde gerçekleştirilebilmesi düşüncesi… Kulağa çok hoş geliyor, fakat demokrasi üzerine yazmış,  çok önemli bir düşünür olan Robert Dahl şöyle der: ‘’Eğer küçük topluluklar halinde bir siyasal sistemi kurgularsak, katılım en iyi hale (optimum hal) gelebilir. Ama o sistemin çözüm üretme kapasitesi de bir o kadar düşer.’’ Örneğin, bir mahallede veya bir ilçedeyiz, doğrudan, oylarımızla muhtarı veya belediye başkanını seçiyoruz. Ancak, bir devlet hastanesini bu şekilde yapamayız. Bunun için, merkezi bir yönetim ve daha büyük bir ‘seferberlik’ gerekiyor. Bu bağlamda olması gereken şey, hem kurduğumuz siyasal sistemin kapasitesini çok düşürmeyeceğiz, hem de katılımı aynı oranda artıracağız ve zenginleştireceğiz. Bu ikisi arasında orta yolu bulmak, aslında en önemlisidir. Yani, temsilci sayısını artırabilmek…. Çünkü doğrudan demokrasi çok zordur. Düşünelim, doğrudan demokrasiyi sağlamak için bize ‘’demos’’ lazım. Karar alıyoruz ve o karardan etkilenen herkesin, bunda söz sahibi olmasını istiyoruz. O zaman küresel ısınmayı ne yapacağız? Bu ısınmadan dünyadaki herkes etkileniyor. Bu, bizi ucu bucağı olmayan bir ‘’demos’’a götürüyor. Bu ikisi arasındaki şey, uzlaşmadır. Önemli olan bu ikisini dengede tutmaktır. “Ya bu, ya o” ama, üçüncüsü de, dördüncüsü de, beşincisi de mutlaka bulunmalıdır. Seçenekleri çoğaltmakla ilgili bir durumdur, söz konusu olan….

  1. Sorumuz demokrasi ve din ilişkisi üzerine. Demokrasinin Hristiyanlık ile bağdaştığını söyleyip, İslâmiyet ile bağdaşmadığı söylenebilir mi, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bence bu sorun, din üzerinden değil de coğrafya üzerinden bakılınca daha açıklayıcı. Örneğin, Orta Doğu coğrafyasında gelişmiş bir demokrasiden bahsedemezken, Batı’da demokrasiden bahsedebilmekteyiz.

Din-Demokrasi ilişkisine geldiğimizde ise; Fransız düşünür Marcel Gauchet’ye göre demokrasi, bir “dinden çıkma”dır. Gauchet, “siyasallık” ve “siyaset” kavramları arasında bir ayrım yapar ve siyasallığın her zaman var olacağını, yani, kolektif ihtiyaçların karşılanabilmesi amacıyla insanların her zaman bir araya geleceğini söyler. Bu bir araya gelmenin biçimini de “siyaset” olarak açıklar. Gauchet, özellikle de eski dönemlerde siyasetin dinden çok etkilendiğini, hatta dinin siyasalın kurucu öğesi olduğunu, ancak modernite ile dinin etkisinin siyaset üzerinden gittikçe kalktığını söyler. Bunu derken Gauchet, insanların bireysel olarak dinden çıkacağını, vicdanî olarak bir değişime uğrayacaklarını söylememiştir, ancak yönetim ilkelerinin artık dinî esaslara dayandırılmayacağını, yani sekülerleşmeye ve laikleşmeye uğrayacağını söylemiştir.

Bu bağlamda en azından Kuzey Yarımküre’de bulunan Batı Avrupa ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da, yine istisnaî olarak, Güney Yarımküre’de bulunan Avustralya ve Yeni Zelanda’da etkili bir demokrasiden bahsedilebilir. Ancak bence, İslâmiyet’in demokrasi ile bağdaşmadığını söylemek doğru değildir, örneğin Kur’an-ı Kerim’de “Karar alırken meşveret (yani danışma) usulünü uygulayınız” denmektedir. Geçtiğimiz yılın Kasım ayında Taha Akyol’un “Türkiye’nin Hukuk Serüveni” adıyla yayımlanan kitabında, demokrasi ile İslâmiyet’in uyuşmadığını söyleyen bir ilâhiyatçının fikri tartışılmaktadır. Ben, Taha Akyol’un bu kitaptaki tezlerini mantıklı buluyorum, şöyle ki; İslâmiyet’te, ne hadislerde, ne de kutsal kitapta bir devlet biçimi ve siyaset yapma biçimi önerilmemektedir. Yöneticilere verilen belirli ilkeler, belirli kriterler vardır (adil olmak, insanları incitmemek, onları öldürmemek, onları iyi yönetmek gibi) ve bu kriterlerin somut örnekleri de Hz. Ömer, Hz. Ali gibi yöneticilerde mevcuttur.

Bir diğer önemli etken ise şartların değişmesi… Biz, günümüz değişen şartlarına uymak zorundayız. İnsan, adaptasyon sağlayamadığı sürece, ne kadar güçlü olursa olsun yok olur… Taha Akyol, bu konu ile ilgili de güzel bir örnek vermektedir; Hz. Ömer döneminde, Kur’an’da belirtildiği gibi, savaş ganimetleri gaziler arasında pay edilmektedir. Ancak Hz. Ömer, bu kuralı değişikliğe uğratır. Bu ganimeti daha çok halk için sosyal hizmet sunabilmek amacıyla kamulaştırarak kullanır. Akyol’un da anlatmaya çalıştığı budur. Tüm semavî dinlerin bir çekirdek kozmolojisi vardır. Hepsi, evrenin yaratılışına ilişkin olaylardan bahsederler. Bunun yanında iman ve itikat ile ilgili kabuller de içerirler. Bunlar elbette sabittir ve değişmezler, ancak toplumun sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yapısına ilişkin ilkeler değişebilir ve biz, onları farklı yorumlayıp farklı pratikler geliştirebiliriz. Bu anlamda herhangi bir Müslüman toplumun veya az gelişmiş bir coğrafyada bulunan bir toplumun, devletin, ülkenin demokrasiyi benimsememesi için bence böylesi dine dayalı hiçbir neden yok ve bence bu ilişki (din-demokrasi ilişkisi), herhangi bir dine özgülenemez. Örneğin Çin’de halkın çoğu, bildiğimiz kadarıyla, herhangi bir semavî dine mensup olmamasına rağmen anti-demokratik bir otorite tarafından yönetilmektedir. Bu anlamda bence daha önemli olan, insanların demokratik bir yönetimi isteyip istememesi ve Montesquieu’nün, daha öncesinde de İbn-i Haldun’un da belirttiği gibi, coğrafî ve toplumsal faktörlerdir.

  1. O hâlde “Arap Baharı” olayları, henüz bahsettiğiniz bu demokrasinin yayılması olayına bir örnek sizce oluşturmakta mıdır?

“Küçük Prens”i pek sevdiğim bir arkadaşımın hediye etmesi vesilesiyle yenice okudum ve şöyle bir cümleye rastladım: “Otorite, mantığa dayanmalıdır. Eğer insanlardan, kendilerini uçurumdan denize atmalarını isterseniz, ihtilâl yaparlar.” Durum gerçekten de böyledir. Bence Arap Baharı da en kısa yoldan böyle açıklanabilir, otorite, mantığa dayanmalıdır. Otorite, aslında başka bir kişiye kendi iradesini kabul ettirmektir. Bilinen Webergil kavrayışta, bu kabul ettirme; karizma, gelenek veya yasa-ussal yol ile sağlanabilir. Son söylediğim mantıklı/ussal olanın, yasası olanın kabulüdür. Otorite, bir kişiye bir işi isteyerek yaptırtmaktır. Arap Baharı konusunda Mısır, Libya veya Tunus’ta, otoritenin bu mantıksal temelinin artık yavaş yavaş oyulduğu hatta çoğu zaman olmadığı görülmektedir. Yönetilenler artık bir otoriterliği değil de başka bir otoriteyi talep etmektedirler. Demokrasi açısından bakıldığında, bu “mantıklı otorite arayışının” ilk adımdır. Elitistlerin de dediği gibi, eğer yöneten sınıfın dönüşümünde bir tıkanıklık yaşanırsa, orada ihtilâl çıkar. Her insanın kendi kaderi üzerine söz söyleme erdemine sahip olmadığı konusunda hem fikirlerdir, elitistler, ancak kararı alacaklar da elitistlere göre aynı kişiler olmamalıdır. Arap Baharı’nı yaşayan devletlere baktığımızda ise, bu değişimde bir tıkanıklığın söz konusu olduğu söylenebilir.

Dış etkilerin varlığından söz edilebilir mi? Tunuslu, diplomalı bir gencin kendini yakması sonrası Kuzey Afrika’da rejimlerin değişmesi bu kadar kolay değildir. Burada benim anlatmaya çalıştığım komplo teorileri değil… Sonuçta, bu tür ayaklanmalar için gereken birikim/potansiyel, halkın içinde var olmalıdır. Mao’nun bir eserinde veciz bir şekilde belirttiği gibi, içsel bir neden olmadıkça, dış etkiler işe yaramaz. Yani taştan yapılmış bir yumurtanın üzerinde bir tavuk bin yıl da otursa, o taştan civciv çıkmayacağı aşikârdır.

  1. Sizce Türkiye’deki Gezi Parkı olayları Arap Baharı ile bağdaştırılabilir mi?

Yani Tahrir ile Taksim arasında bir bağlantı var mıdır diye soruyorsunuz. Bence ortaya çıkış sebepleri açısından böyle bir bağlantı yok, çünkü Tahrir’de insanların isyan ettikleri, otuz- kırk yıllık bir diktatörlüktü; ancak Gezi Parkı olaylarında, insanların yakındıkları şey, insanların “şehir hakkı” dediğimiz kavramı arayışlarıydı, isteyişleriydi. Diğer bir deyişle, Tahrir tarafında insanların ‘mantıksız’ bulduğu otoriter bir rejim var, Gezi tarafında ise, insanların kentsel yaşam hakkı üzerinden protesto ettikleri bir hükümet var… Sonuçta bu iki olay, kronolojik açıdan bir benzerlik gösterse de, motiv-neden-sonuç ilişkisi açısından benzerlik göstermemektedirler. Yaz aylarında çok dondurma tüketilmesi ve suç oranları arasındaki bağlantı gibi… (Elbette insanlar çok dondurma yediği için suça yönelmiyor!) İkisi de aynı zaman diliminde yaşanan birbirinden bağımsız iki farklı olaydır. Tahrir’deki talepler farklı, Taksim’deki tepkiler farklıdır.

  1. Son sorumuz da demokrasi ve kadın ile ilgili. Sizce demokrasideki gelişimin kadının toplumdaki ve yönetimdeki rolü üzerinde nasıl bir etkisi olmuştur?

Örneğin Antik Yunan Demokrasisi, kadını dışlayan bir demokrasiydi. O zaman neden biz bu demokrasiyi bir “prototip”, bir “ilk örnek” olarak almaktayız? Demokrasi adı “demos” ve “kratos” kelimelerinden gelir. Yani demokrasi bir demosa dayanmaktadır. Demos kelimesi nereden gelmektedir? Hatırladığım kadarıyla, Antik Yunan’da adı Kliesthenes olan bir yöneticinin yaptığı reformlardan gelmektedir. Bu reformlar, insanları mahallelere göre bölmeye dayanmaktaydı. Her mahallenin adı “deme” idi. Bu değişiklik, çok önemli bir değişiklik oluyor. Çünkü artık insanlar, geldikleri “deme”ye göre adlandırılıyor, “..oğulları” gibi soylu kavramlar ekarte ediliyor, maddi zenginlik, sosyal statü devre dışı kalıyor. Artık insanlar yaşadığı yer ile anılıyor. Hem ırk, hem zenginlik, hem de soyluluk önem kaybediyor. Modern demokrasinin özü ise, bir oy bir insandır (İnsan à Kadın=Erkek), bu nedenle de kadının mücadelesi ile demokrasi mücadelesi her zaman el eledir. Kadınların olmadığı bir siyaset, toplumsal hayat eksiktir, eksik olduğu kadar da yanlıştır. Suudi Arabistan’a bakın, bu devletin hala bir monarşi, ‘saltanat’ ile yönetilmesini açıklayabilen en önemli faktörlerden birisidir, kadın-erkek eşitliğinin ya da denkliğinin olmayışı… Kadınların dışlandığı bir devlet ve siyaset, çalışma hayatı ve sivil toplum anakronik, yani çağa uymayan bir durumdur.

Hazırlayanlar

İbrahim Yavuz Kulaklı

Emre Erdemir

SON YAZILAR
İLGİLİ HABERLER

2 YORUMLAR

  1. Niçin yorumları siliyorsunuz? demokrrasi üzerine röportaj yapıyor bir de yazılanları mı siliyorsunuz?
    böyle mi olacak demokratlığınız? sizin demokrasi anlayışınız da aynı hocalarınız ve iktidarınız gibi! vicdansızlar!

    • Merhaba Sayın Özbey,

      Öncelikle yorumunuzu silmek zorunda kaldığımız için özür dileriz. Yorumunuzu silmemizin nedenlerinden önce ithamlarınıza cevap vermek isteriz. Siyasal Hayvan etrafında toplanmış olan bizim gibi öğrenciler(yazarlar) demokrat veya anti-demokrat kimlikleriyle değil, öğrendiklerini veya daha iyi bildiklerini akademik etikle karşısındaki okurlara aktarmak için buradadır. Bizim amacımız, kısaca sizin yorumlarınızdaki eksikliği gidermektir. Örneğin Tahrir’deki olaylarla Gezi Olaylarının benzeştiği noktalar veya ayrıştığı noktalarla ilgili kaynaklarını vererek bilimsel bir açıklama getirebilirsiniz. Bizler de bu yazınızı severek yayınlarız.

      Yorumunuzu neden silmek zorunda kaldığımıza gelirsek, yaptığınız yorum, karşınızdaki insanı dolaylı yollardan itham eden ve aynı şekilde cevap hakkı doğuran bir yorumdu. Her yoruma İsmail Hoca’nın cevap vermesinin mümkün olmadığı gibi yorumunuzun, sizin duygu ve düşüncelerinizden başka argümana sahip olmadığını da belirtmek isteriz. Bu tarz duygu ve düşüncelerinizi yayınlayabileceğiniz sosyal medya hesapları olduğu gibi, kendinize bir blog sayfası açarak yorumlarınızı insanlarla paylaşabilirsiniz. Bu durumda yorumlarınızı sizden başkası silemeyecektir.

      Saygılarımızla

      Siyasal Hayvan Ekibi

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.