Eğitim hayatımda bir dönemi daha geride bıraktım. Şimdi ise Fransızcadan arakladığımız ‘öğretim yılının ayrıldığı iki dönemden her biri’ anlamına gelen ama ‘sömestr’ adı verilen zaman diliminin içindeyiz.
Yaklaşık iki senedir, bir yerden bir yere seyahat ederek ya da sadece ‘yolda olmak güzel, varmak değil’ felsefesiyle yola çıkarak zamanımı değerli kılarken bu sefer her şey daha da farklı gelişti.
Seyahat sayfalarından birinde dolaşırken ‘Metal Coffin’ (Metal Tabut) başlıklı bir bölüm ile karşılaştım. O an, metal ve tabut kelimelerini yan yana gördüğümde hemen içimde o konu başlığının içeriğine göz atma isteği oluştu.
İşte her şey bu fotoğrafla başladı…
Zaman kaybetmeden bu ‘Metal Tabut’ hakkında içimdeki heyecan ve merakla araştırma yapmaya başladım. Beni yola çıkaracak olan bu nesnenin Gürcistan’da olduğunu öğrendiğimde ise içim içime sığmadı. Çünkü, yola çıkmak için hem zaman kısıtlı hem de İstanbul’dan Chiatura’ya otostop çekecek birine göre yol, yaklaşık 1600 kilometre kadar uzundu.
‘Metal Tabut’, Gürcistan’ın Chiatura adı verilen bir şehrinde idi. Daha da derine inersek, Batı Gürcistan’ın Imereti Bölgesi’nde. Fakat, tüm bunların yanında, Gürcistan’a sadece Batum (!) için gidilmeyeceğinin farkındaydım. Bu yüzden, rotamı -yandaki haritada da işaretlendiği gibi- Batum (1), Kutaisi (2), Gori (3), Chiatura (4) şeklinde oluşturdum. Böylece, Tiflis hariç hemen hemen bütün Gürcistan’ı tanımış olacak, bir ülkenin sadece önemli şehirlerden veya başkentten oluşmadığı fikrini kafamda bir kez daha doğrulamış olacaktım.
Batum’da iki, Kutaisi ve Gori’de de birer gün geçirdikten sonra artık Chiatura’ya otostop çekme vakti gelmişti. Gori’de konakladığım hostelden çıkıp -onların da yardımıyla- beni otoyolun kenarına götürecek olan dolmuşa iki lari karşılığında binip yola koyuldum.
Gürcistan’da bindiğim her araç gibi bu araçta da Gürcü pop şarkıları yüksek sesle dinlenmekte, en öndeki koltuk sırasında ise araç sahibi ve yolcu arasında bol kahkahalı muhabbetler dönmekteydi. Ben ise ineceğim yerin gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum. O sırada, aracın en ön camında Gürcü dilinde yazılmış olan tabela dikkatimi çekerken Gürcü alfabesinin dünyadaki on dört alfabeden birisi olup aynı zamanda sadece bir ülkeye ait olduğu bilgisiyle tekrar aydınlandığımda yine bir tabelaya daha uzun uzun bakakaldım.
Telefonumun az teknolojik navigasyonu sayesinde otoyola geldiğimi farkedince otoyolun geçtiği bir köprünün altında dolmuştan indim. Küçük bir patika yardımıyla otoyola doğru emin adımlarla çıkarken ilk otostopumu çektiğim günkü heyecanım -her zaman olduğu gibi- içime doldu. Bilirim ki, her otostop yolculuğu sizi yeni bir insanla, yeni bir macerayla, yeni bir tecrübeyle tanıştırır.
Otostop çekmeye başlamadan önce Gori’de kaldığım hostel sahibi George Amca’nın “Otostop çekerken sana çok yardımcı olur!” diyerek hazırladığı Gürcü dilinde “Chiatura” yazısı aklıma geldi. Bu zamana kadar hiç denemediğim bir yöntemle otostop çekecektim; gideceğim yerin yazılı olduğu bir kâğıdı elimde tutarak…
Fosforlu kalem kullanarak özenle hazırladığı “Chiatura” yazılı A4 kâğıdını çantamdan çıkarırken “Burada otostop çekmek çok kolaydır. Sadece gideceğini göstersen yeter!” öğüdü bana tekrar umut verdi. George Amca’nın bu söylediklerinde gerçekten de haklı olduğunu hemen hemen beş dakika içinde anlayacaktım.
Çok kısa bir bekleyişin ardından beni fark eden beyaz kamyonun ilerde durmasıyla birlikte hemen onun yanına doğru koştum. Şoför Ağabey ile beden dili sayesinde bir şekilde anlaşınca ortam daha da güzelleşti. Ağabey, Tiflis’ten çıktığı bu yolu Poti şehri ile sonlandıracakken beni de yol üzerinde, Chiatura yol ayrımının bulunduğu, “Zestapony” adı verilen şehirde bırakacaktı. Bununla birlikte, yaklaşık iki buçuk saat sürecek bir mesafeyi kamyon yolculuğuyla eritmek de ayrı bir keyifti.
Birçok ülkede, çok farklı koşullarda otostop çekme fırsatı bulan bir gezgin olarak Gürcistan’ın otostop konusunda çok ayrı bir yerinin olduğunu samimiyetimle söyleyebilirim. Baş parmağınızı gittiğiniz yöne doğru kaldırır kaldırmaz hemen bir araç duruverir. Araca bindiğinizde muhtemelen aynı dili konuşamadığınızı, beden diliyle de olsa kendinizi ifade edemediğinizi düşünseniz bile onlar, bu kaygılarınızı hiç sorun etmeden önce gideceğiniz yeri öğrenip, sonra müzik ve ikramlarla size yolu keyifli kılarlar.
İki buçuk saatlik kamyon yolculuğundan sonra ağabey ile anlaştığımız gibi Zestapony’e geldiğimizde beyaz kamyondan indim. “Chiatura” yazan tabelanın gösterdiği ok yönüne doğru birkaç yüz metre yürürken yeniden otostop çekmem gerektiğinin farkındaydım. Otuz sekiz kilometre uzakta olan Chiatura için ikinci otostopumu çekmeye başladığımda sisin şehre doğru koşar adımlarla geldiğini fark ettiğim sırada önümde bir ‘cip’ durdu. Araçtaki iki kişiden yaşça büyük olanı beni yirmi sekiz kilometre kadar ileride olan Katskhi köyüne kadar bırakabileceğini söyleyince ben de “okey!” deyip atladım araca.
Bir yandan yolu takip ederken bir yandan da elimdeki navigasyonla bulunduğum konumu kestirmeye çalışıyordum. Araç sürekli bir tırmanış rotasındaydı. Sis çökmüş, göz gözü görmüyordu. Az çok neyle karşı karşıya olacağımın farkında bir şekilde yola devam ediyordum. Saat beşe geliyordu. Araç Katskhi’ye gelip Gürcü ağabey beni köy yolunda indirdiğinde ise manzara hiç de iç açıcı değildi.
Yaklaşık yedi yüz metre yükseklikteki sisli bir dağda; arkamda ıssız bir orman ile derme çatma bir baraka, iki sarhoş adam ve havlayan köpeklerden başka hiçbir şey yoktu etrafımda. İlk defa böyle bir koşulda otostop çekecektim. On dakikada bir ya da iki aracın geçtiği bir yerde otostop çekerken, umudu kucaklayıp ümidi bağrıma bastığımda hayat gerçekten çok şey öğretiyordu o anda.
Şansım yaver gittiği bir sırada uzaktan sarı bir “Marshrutka” (Gürcistan’daki yerel dolmuşlara verilen isim) sisi yararak geliyordu. İlk defa bir dolmuşa otostop çektim. Durdu! Önümde duran sarı güzelliğin Chiatura’ya gideceğini önündeki tabeladan anladım. Artık o “Chiatura” yazılı A4’e o kadar çok bakmıştım ki nerde olsam tanırdım.
Yaklaşık on kilometre sonra Chiatura’nın merkezi sayılan bir yerde beni bırakmasını söyledim, tabi beden diliyle. İnerken teşekkür manasında paramı uzattım (Gürcistan’daki dolmuşlarda inerken ücret ödenir). Fakat, benden para almak istemediğini ima eden hareketler yapsa da ben bir lariyi gülümseyerek verdim.
Sonunda artık Chiatura’dayım!
Marshrutka’dan indikten sonra kafamı kaldırdığımda gördüğüm şeyler beni oldukça etkiledi: şehri iki yakaya bölen “Kvirila” nehri, her iki yakada da dev manganez dağları, kopmuş ya da çürümüş teleferik hatları, içi boşaltılmış binalar, hayalet sokaklar…
1950’li yıllar… Joseph Stalin, mangan açısından çok verimli bir coğrafya olan Chiatura’da madencilerin bu manganez dağlarına rahatça ulaşabilmesi amacıyla bir teleferik inşasını başlatıyor. Buraya kadar aslında her şey normal. Joseph Stalin’in kurduğu bu teleferiğin ismi o dönemlerde halk arasında “Metal Coffin” (Metal Tabut) olarak geçiyor ve hala da geçerliliğini koruyor. Metal Tabut tasvirinin sebebi ise az çok kendini belli ediyor. Maden işçileri için büyük kolaylık sağlayan, o dönemde farklı farklı konumlara on beşten fazla yapılan bu teleferiklerin günümüzdeki aktif sayısı sadece dört.
Havanın kararmasına çok az bir zaman kalmışken şehrin bir yakasından başlayarak aktif olan bu dört adet teleferikten en eskisini bulmak için hemen arayışlara başladım. İlk bulduğum teleferik yukardaki resimde de görebileceğiniz gibi aktif olmayan bir tanesiydi. Teleferik kulesi harabeye dönmüş, teleferik kabini tam anlamıyla çürümüş ve hattın büyük bir bölümü kopmuştu. Yılmadım, aktif olan teleferiği bulmak için şehrin diğer yakasında aramalarıma devam ettim.
Şehrin diğer yakasına rotamı çevirdiğim anda aktif olan bir teleferikle adeta göz göze geldik. Haritada yerini saptadıktan sonra teleferiğin bulunduğu kuleye doğru adımlarımı hızlandırdım.
Kuleye vardığımda, istasyon duvarındaki kurşun delikleri arasındaki madenci grafitisini gördüğümde bu teleferiğin Chiatura’daki en eski teleferik olduğunu anladım. Artık her şey teleferiğin istasyona doğru gelmesini beklemekti…
Teleferiğin kapıları görevli bir teyze tarafından açıldığında kabinin içine olağan heyecan ve mutluluğumla hemen atladım. Kabin içindeki kırık bir acil durum telefonu ve “en fazla yedi kişi” ibaresi hemen dikkatimi çekti, fakat bizim sayımız Gürcü amcalar, teyzeler ve onların pazar arabalarıyla birlikte yedi kişiydi. Ben hariç herkes bunu doğal karşılıyordu. Buna alışkınlardı belli ki…
Teleferik hareket ettiğinde ilk başta ne yapacağımı hiç bilemedim. Çünkü, içine bindiğim bu araçtan hayatımda hiç duymadığım sesleri duyuyor, hiç görmediğim pas rengi tonlarını görüyor, kabin ise en hafif rüzgarda bile deli gibi sallanıyordu.
Teleferik ile manganez dağına doğru tırmanışımızı sürdürürken heyecanımı hafif hafif yenmeyi başardığım gibi elimdeki aksiyon kamerasıyla da her yerin fotoğrafını çekiyor, video kaydı alıyor, o an’ı derin derin içime çekiyordum.
Bir turun yaklaşık on dakika sürdüğü bu teleferik yolculuğu bana bir dakika gibi gelmişti. Teleferiğin dağın tepesine gelmesiyle hepimiz indik ve sıradaki seferin beş dakika sonra olduğunu öğrendim. İniş için tekrar teleferiğe bindiğimde sanki artık kırk yıldır bu araçla seyahat ediyormuş gibi rahattım. Fakat, şu bir gerçekti: bu zamana kadar seyahat ettiğim en “Allah’a emanet” araçtı, Stalin’in Teleferiği.
Gürcistan’a sırf Chiatura’daki bu teleferiğe binebilmek için binlerce kilometre kateden insanlar olduğunu buraya gelmeden önce okumuştum. Avustralya’dan, Amerika’dan gelen insanlar… Teleferikten indikten sonra Batum’a dönmek için orada tesadüfen karşılaştığım İsveçli bir gençle otostop çekerken bunun gerçekten doğru olduğunu anladım.
Bir hayalimi daha gerçekleştirmenin mutluluğu içerisindeydim, ülkeme dönerken…
Yolda olmak güzel, varmak değil…
Sevgilerle…