Johannesburg’da (Güney Afrika’da) havaalanında yaşadığımız çeşitli sorunları halletmemizin ardından Mbabane’ye gitmek üzere uçağa doğru hareketlendiğimizde bir şeylerin normal olmadığını fark etmiştim. Uçağa giderken kamp çantamı sırtıma almıştım ve görevli, çantamın el bagajı için büyük olduğunu yanıma alamayacağımı söylemişti. Bununla birlikte çantamı yanıma alırsam uçağa sığmadığı taktirde, çantamın aşağıya konabileceğini de eklemişti. Ben de çantamı bu nedenle yanıma aldım. Ancak uçağın karşısına geldiğimde neden çantamın uçağa sığmayabileceğini anlamıştım. Uçak küçük uçaklardandı ve bu tür uçakların kalkış-inişlerde sarsıntı fazlasıyla hissedildiğinden korkutucu olabildiklerini duymuştum. Yanımdaki iş arkadaşım da daha önce böyle bir uçakla Avusturya’da dağların arasında uçtuklarını ve bu tür küçük uçakların oldukça korkutucu olduklarını bana anlatmıştı. Uçağa bindik ve uçağın manevraları ile kalkış-iniş evreleri her ne kadar abartıldığı kadar hissedilmese de bu uçak, büyük gövdeli uçaklara göre daha heyecan vericiydi. Yaklaşık bir saat sonra Mbabane’ye inmiş ve Svaziland’a ayak basmıştık. İşte Svaziland’a olan yolculuğum böylece, yepyeni bir kültürle ve yepyeni tecrübelerle karşılaşacağımı bilerek başlamıştı.
Devletin adını ilk duyduğunuzda aklınıza “Switzerland” yani İsviçre’nin gelmesine neden olan Svaziland ülkesi Afrika’da, Mozambik ve Güney Afrika’nın ortasında kalan küçük bir krallık. Başkenti Mbabane olan ülkenin resmî dilleri Sistavi ve İngilizce. Ülkenin toplam yüzölçümü ise 17.364 kilometrekare, yani 24.500 kilometrekarelik Ankara’dan bile daha küçük. Para birimi olan Lilangeni (E), tıpkı Zimbabve gibi diğer Afrika ülkelerinde uygulanan sistem (veya sistemsizlik) dolayısıyla bir Amerikan dolarına eşit. Resmî din her ne kadar Hristiyanlık olsa da yerel halkla iletişime geçtiğimde “yarı yarıya Müslüman ve Hristiyan” cevabını pek çok kez duyuyorum. Bu cevap, anladığım kadarıyla, Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında bir barış ortamı olduğunu belirtmek için kullanılıyor.
Daha önceden Zimbabve gibi ülkelerde yaşadığım yolsuzluk, rüşvet veya güvensizlik hisleri, Svaziland’ın havaalanına indiğim anda ortadan kayboluyor. Hatta bu ön yargımdan dolayı bir derece utandığımı da söyleyebilirim. Bu küçük ve güzel ülkede insanlar, şehirler ve insanların misafirperver davranışları sizi âdeta ülkeye bağlıyor.
İlk gün, Mbabane şehrinin belki de tek oteli olan ve Svaziland serüvenim boyunca kalacağımız otele (George Hotel) yerleşiyoruz. Otel çok temiz ve kahvaltısı da gayet iyi. Yerleştikten sonra bir yere yemek yemeye çıkalım diyoruz ve oralı olan ev sahiplerimiz bizi şehrin diğer tarafındaki “Royal Villas” (kraliyetin kurduğu bir tür kumarhane ve yaşam alanı) adındaki bir yerde bulunan alışveriş merkezine götürüyorlar. Orada çok güzel bir et restoranına gidiyoruz ve çok taze ve lezzetli bir inek eti yiyoruz. Zaten Türkiye gibi etin pahalı olduğu bir ülkeden gidiyorsanız, hem güzel hem de ucuz et yiyebileceğiniz bu ülkeyi bir cennet olarak görebiliyorsunuz. Bu ziyafete yalnızca beş-altı dolar gibi cüzi bir meblağ ödememiz de bize Svaziland’da çok güzel bir konaklama geçireceğimizi kanıtlıyor. Sonuçta “erkeğin kalbine giden yok midesinden geçer”. Svaziland beni çoktan kazanıyor ve sonraki günlerin yoğun programı için hiç korkum kalmıyor.
Güney Yarım Küre’de bulunduğu için Svaziland’ın bizim Türkiye’nin yaz aylarında soğuk olacağını tahmin ediyordum, ancak Ağustos ayı olmasına rağmen hava ne sıcak ne de soğuk. Akşamları sadece hırkayla dışarıya çıkıp gündüzleri ise şort ve t-shirt ile geziyoruz. Mevsim kış olduğundan günlük sıcaklık en düşük 20-21 derece oluyor. İşin komik yanı Svaziland halkı için bu sıcaklığın çok düşük olması. Bu nedenle de her yerde montlu insanlar görüyorum.
Afrika ülkelerinde sömürgecilik izlerini arayıp da bulamamak mümkün değil. Svaziland da bu duruma bir istisna oluşturmuyor. Öncelikle klasik İngiliz sütlü çayı, daha sonra insanların yaşam tarzları ve trafiğin sağdan akması gibi günlük hayata dair birçok örnek bana sömürgeciliğin izlerini gösteriyor. Zaten Svaziland’a girdiğim andan itibaren burada Güney Afrika Cumhuriyeti’nin yaşam tarzının hüküm sürdüğünü fark ediyorum. Bunu bir de Svaziland’ın yerlilerinden duyduktan sonra şehirlerin yapılanmalarına, alışveriş merkezlerine, kafelere ve restoranlara daha bir kıyas yaparak bakıyorum.
Otele döndükten sonra sabah erken kalkacağımızı, burada olma nedenimiz olan üniversite tanıtım faaliyetlerine devam edeceğimizi, çeşitli toplantılara-planlamalara ve ardından da okul okul ziyaretlere gideceğimizi ve öğrencileri Türkiye’de eğitim görmeleri için ikna etmeye çalışacağımızı konuşuyoruz. Yerel temsilcilerimize küçük bir oryantasyon (eğitim) verdikten sonra tecrübelerimizle bir etkinlik programı hazırlıyoruz. Sonuç olarak ikinci günümüz de planlama ve program hakkında düzenlemeler ve çeşitli hazırlıklarla geçiyor. Hafta sonu ve uzun yolculuk yaptığımızdan dolayı biraz otelde kalıp dinlenmeye ihtiyacımız olduğu kanaatindeyiz ancak Svaziland’a gelmişken etrafı görmeden de olmaz diyoruz.
İkinci gün planlama ve program işlerimiz bitince Svazilandlı arkadaşlarımız bizi Mbabane yakınlarındaki Svazi Kültür Köyü denilen yere götürüyorlar. Dağ yollarından, dere kenarlarından geçerek çok da uzun olmayan bir sürede vardığımız bu köy, Svaziland halkının kültürel hayatının küçük bir simülasyonu gibiydi. Köye girdiğimizde açık hava tiyatrosu gibi bir bölümde çoktan Svazi yerli dansının başlamış olduğunu görüyorum. Kızlar sert hareketlerle yerden toz toprak atarak çeşitli figürler sergiliyorlar, ardından erkekler çeşitli hikâyeleri şarkılarla anlattıktan sonra kızlar grubunun arkasına geçerek aynı şarkıları devam ettiriyor ve davulları ile kızlara oranla daha sert figürleriyle dans etmeye devam ediyorlar. Bu gösterinin ardından gösterinin şefi olduğunu düşündüğüm bir rehber bize Svazi Köyü’ndeki ziyaretimizde rehberlik ediyor.
Bana anlatıldığı kadarıyla Svaziland kültüründe erkekler, istedikleri kadar kadınla evlenebiliyorlarmış. Ancak kadınlarla evlenmenin çeşitli koşulları varmış. Eski dönemlerde bir erkek bir kadınla evlenmeye niyetlendiğinde standart bir ödeme biçimi olan 27 ineği kadının ailesine vermek zorundaymış. Ancak şimdilerde bu âdet sembolik bir rakamla 27 inek fiyatının ödenmesi şeklinde devam etmekteymiş. Hem eskiden hem de şimdi bu başlık parası şeklinde yapılan ödeme aslında zorunlu değilmiş. Çünkü erkeklerin, ödenmesi gereken bu 27 inek fiyatını biriktirebilmeleri için en azından 30’lu yaşlarına kadar çalışmaları gerekiyormuş. Bu nedenle de söz konusu meblağ çok yüksekmiş. Bu nedenle de erkekler, ancak bu parayı ödeyecek kadar kazandıklarında evlilik(ler)ine başlıyorlarmış.
Bununla birlikte erkeklerin kadınlara oranla daha genç yaşlarda vefat ettiklerini öğreniyorum. Çok eşli bir hayat sürdürmeyi seçebilen erkeğin erken yaşta ölmesinin nedenini birçok eşi çeşitli problemlere ve sağlıksız ve stresli bir biçimde sürdürülen hayatın zorluklarına bağlıyorlar. Erkek genç yaşta öldüğünden dolayı evin en yaşlısı her zaman erkeğin annesi olarak kalıyormuş. Bu da onları kutsal bir pozisyona taşıyormuş. Halk arasında evdeki babaanne figürü “atalarıyla iletişim kurabilen, en tecrübeli kişi” olduğundan dolayı babaannenin yaşadığı odaya kutsal bir anlam yüklenmiş. Örneğin terlik elinde sizi kovalayan annenizden kaçtığınız anda babaannenizin odasından içeri kendinizi attığınızda bu evde kimse birbirine vuramadığından anneler dahi çaresiz kalıyorlarmış. Tabi ki sadece yaramaz çocuklar için değil, erkek ile eşleri arasında çıkan kavgaların çözüme kavuştuğu bir mahkeme salonu gibi de çalışıyormuş bu oda. Babaanneye şikâyet geldikten sonra aile bireylerinin orada hazır bulunduğu toplantılar düzenleniyor ve sorunun çözümü babaanne tarafından sağlanıyormuş. Bu toplantılarda sesini yükseltmek, kavga etmek ve birbirine iftira atmak gibi her şey yasakmış. Halk nezdinde babaanneye verilen bu önem, Svaziland’ın armasında da kendini gösteriyor. Armaya baktığınızda bir tarafta fil, diğer tarafta ise aslanı görebilirsiniz. Burada aslan kralın kendisini, fil ise kralın annesini simgeliyor.
Kral ile ilgili enteresan bir bilgi ediniyorum. Kralın ilk eşi doğal olarak evin en büyük kadını olacağından, kralın ilk eşinden çocuk yapması yasakmış. Bu ilk eş, evin ruhani bağlantıları olan babaannesi rolüne yetiştiriliyormuş. Böylece diğer eşlerinden olan erkek çocuğu kral olduktan sonra evin bir sonraki babaannesinin kim olacağı ise baştan belirleniyormuş. Böylece yeni kralın annesi de eşlerin arasından ilk evlenilen eş oluyormuş. Ayrıca bir de Svaziland’ın meşhur bir geleneğini öğreniyorum. Kral her yıl bakire kızlardan kendisine eş seçmek için kutsal bir tören yapıyor. Bu toplantıda ülkenin tüm bakire kızlarının kralın sarayında bir alanda toplandığını halkla birlikte yapılan bu etkinlikte kralın karşısında danslar yapılıyor, sembolik eş seçme töreni yapılıyor (bazen bu törende gerçekten eş seçtiği de oluyormuş ancak genelde sembolik olduğu bilgisini alıyorum).
Svaziland halkının bu kültürlerine bağlı yaşam tarzları günümüzde ikiye bölünmüş durumda. Bir kesim kültürel şekilde çoklu evliliklere devam ederken, diğer kesim hukuki evlilik şartıyla evleniyor. Hukuki evlilik aynı anda sadece bir kişiyle evlenebilmek anlamına geliyor. Yani bugünlerde tek eşli veya çok eşli evlilik tercihe göre değişebiliyormuş. Evliliklerin günümüzde daha çok kültürel bir şekilde çok eşli evlilik şeklinde yapılıp yapılmadığı sorusuna ise yine “yarı yarıya” cevabını alıyorum. Bundan da diğer Afrika ülkelerinde yaşanan katliamlar, savaşlar ve yıkımların Svaziland halkına bir şekilde herkesin herkese eşit olduğu fikrini dayatmış olduğunu varsayıyorum.
Svazi Köyü dediğime bakmayın. Aslında köyün girişinden itibaren burada üç beş aile anca yaşıyormuş gibi görünüyor. Fakat rehber arkadaşın anlattıklarına göre sadece bir aileye ait bir köymüş burası. Köy içerisinde her aile ferdinin yaşadığı odalar (evler) birbirine göre simetrik bir şekilde yerleştirilmiş. Örneğin bu köyün en ortasında evin babaannesinin evi bulunmaktaymış. Babaannenin evinin sağında evin reisi, onun sağında ilk eşi, onların en ters köşesinde ikinci eşi, tam ters en uzak köşeye gelecek şekilde üçüncü eşi yerleşmiş. Bu şekilde dizilen evlerin bir özelliği varmış. Evin reisi yeni bir sevgilisi varsa onların eve geldiklerinde hizmetini en son evlendiği karısı yapıyormuş. Hem yaş olarak, hem de bu buluşmalardaki sıcak karşılamalarından dolayı son eşler her zaman birbirine en yakın olanlarmış. Böylece ev içerisinde sorunların çıkması sistematik bir biçimde önleniyormuş. Tabi ki bu şekilde anlatıldığı, bu şekilde olduğu anlamına gelmiyor diye düşünüyorsunuz. Her eş için yapılan evin etrafında üç ayrı bölme daha ekleniyor kendiliğinden: o eşten olan kız çocukların odası, erkek çocukların odası ve mutfak. Her eşten olan kız çocukların odası annelerinin yatak odasının hemen karşısında kalıyor ve etrafı ince bir duvarla bir tur daha kapatılmış. Bunun nedenini rehber, “kızların daha rahat dolaşabilmeleri için” diyerek açıklıyor. Svaziland halkı, böyle kültürel bir mirasa sahip olduklarından dolayı övünüyor. Çok eşli yapılarını anlatırken, kadının rolünün her zaman erkekten daha alt seviyede olduğunu vurguluyorlar. İnsanın aklına Orta Doğu’daki çok eşli evlilikler gelse de Svaziland halkından dinlediğiniz yaşam tarzı ve bakış açısı tamamen farklı.
Tabi ki günümüz yaşam tarzında bu kültüre dair sadece köylerde uzaktan baktığınızda bu şekilde dizilmiş betonarme evler görebilirsiniz. Aynı zamanda kraliyet konutları da bu şekilde dizilmiş durumda. Onun haricinde her Svazilandlının bu şekilde yaşaması söz konusu değil. Bunun nedeni olarak da ekonomik, sosyal ve kültürel değişimin Güney Afrika yaşam tarzının ülkelerine girmiş olmasıdır diye düşünüyorum. Johannesburg’da bulunan şehir yapısı, alışveriş merkezleri, konaklama tiplerinin Svaziland’a da geldiğini fark ediyorum. Bu, diğer Afrika ülkelerine bakıldığında bence bir avantaj. Çünkü yaşanmakta olan bu gelişme insanların gündelik işlerini düzene koyarken yolsuzluk, rüşvet gibi olguları günlük hayatın içerisinden söküp atmış durumda. Halk da bu gelişme ile övünmekte. Güney Afrika’da dahi her yerde rüşvet konuşulurken Svaziland’da kimse bizden bir cent dahi istemedi ve sokaklar çok güven vericiydi. Bu açıdan Svaziland’ın Zimbabve’den ayrıldığı söylenebilir. Ancak Zimbabve maceramı başka bir yazımda anlatacağım.
Svazi Kültür Köyü’nde işimiz bittiğinde diğer günlerde hem okul ziyaretleri hem de çeşitli resmî ziyaretlerde bulunmak üzere devamlı Svaziland sınırları içerisinde yolculuk yapıyoruz. Üç şehir arasında devamlı mekik dokumamıza rağmen aynı insanların yüzünü görüyor olmam bana ülkenin ne kadar küçük olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyor. Her toplantıya başlarken “Tanrı sizi korusun!”, “Tanrı’nın izniyle” gibi sözleri dillerinden düşürmeyen yetkililerle dinlerarası çeşitli yakınlık cümleleri ile ayrıldığımızı da hatırlıyorum.
Seyahatimizin son günlerinde bir sokaktan geçerken bir villa görüyorum. Villanın bahçesinde kocaman bir bayrak direği ve üzerinde Türk bayrağı sallanıyor. Svaziland’daki tek Türk aile olsam ben de herhâlde bu şekilde bir Türk bayrağı yaptırabilirdim diye düşünüyorum. Bir ülkede tek olduğunuzu düşünsenize… Geçerken yanımdakilere gösteriyorum. Onlar da bana oranın Fahri Konsolos’un evi olduğunu, kendisinin Türkiye’nin tek temsilcisi olduğunu ve vize başvuruları için insanları evine davet ederek çeşitli yardımları yaptığını, online başvuruları da başvuru yapan kişilerle beraber yaptığını söylediler. Bu nedenle de Fahri Konsolos ile online başvuru yapmayı öğrenen öğrencilerin daha sonra başvuru yapmak isteyen diğer kişilere vize danışmanlığı yaptıklarını da öğreniyorum. Gittiğimiz okullardan birinin sahibine bu konuyu açtığımda hemen “İsmail benim manevi oğlumdur! Okulumuza çok yardım etmiştir ve bölgedeki birçok hayır işinde de parmağı vardır” diyor. Hemen kendisini arıyor ve bizimle bir buluşma ayarlıyor. Türkiye’den gittiğimizden beri orada bir temsilciliğimiz olduğunu dahi bilmiyorken bir Svazilandlının beni kendi ülkemin temsilcisiyle tanıştırması da bana ikinci bir utanç sebebi oluyor.
Daha sonra Fahri Konsolos Sayın İsmail Ölmez ile buluşuyoruz. Bizi Ramblas adında, İspanyol bir ailenin sahibi olduğu restorana çağırıyor. Orada buluşuyoruz ve ülkenin durumunu, kendisinin ne işler yaptığını, ticaret ve iş hayatı ile ilgili konuşuyoruz. İsmail Bey ile yaptığımız görüşme sırasında çarpıcı birkaç ayrıntıya denk geliyorum. Okul ziyaretlerimiz ve görüşmelerimizde her zaman bizlere “Kıbrıs’daki okullar Türk tarafında mı, Yunan tarafında mı?” şeklinde sorular soruluyor. Bizden aldıkları “Türk tarafında” cevabının ardından ise “Türk tarafı akredite değilmiş, öyle duyduk” şeklinde cevaplar alıyoruz. Bunun nedenini bize İsmail Bey anlatıyor. Kendisi bizlere Yunanistan lobisinin haberlerde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhiriyeti’nin (KKTC) okulları ile ilgili kara propaganda yaptığını, tanınmadıklarını, akredite olmalarının mümkün olmadıklarını anlatıyor. Ancak üniversitelerin Yükseköğretim Kurulu’na (YÖK) bağlı olduğunu ve birçok ülkede tanındıklarını belgeleriyle hazırlayarak gazetelerde, haberlerde ve televizyonlarda duyurduktan sonra kralın kendisini saraya çağırdığını ve kralla bu sayede tanışabildiğini anlatıyor. İsmail Bey’in bu denli uzak bir cephede tek başına verdiği mücadeleyi ülkemizde birkaç gazetenin haber yapacağını da öğreniyoruz. Bir yandan kendisini dinliyor, bir yandan da insan hayatının ne denli farklı yerlerde ve farklı şekillerde olabileceğini düşünüyorum. İsmail Bey Kadıköy’de doğmuş, ailesi o daha çok küçük yaştayken Svaziland denen bir ülkeye yerleşmiş ve böylece İsmail Bey kendisini orada bulmuş. Babasından kendisine geçen Fahri Konsolosluk görevini layıkıyla yerine getirmiş. Şimdi ise ülkede 2005 Afrika Açılımı’ndan bu yana alınmış bir karar olan büyükelçilik açılmasını bekliyor ve ön çalışmalarını yapıyor. Uluslararası ilişkiler bölümünden mezun birisi olarak bu hayat tarzı, içimde sanki ekstrem spor yapıyormuşum gibi bir duygu oluşturuyor.
Masada tüm bu ayrıntıları konuştuktan sonra kalkıyoruz ve ayrılmak üzere kapıya doğru yürürken restorandaki masalardan birinde bir kadın İsmail Bey’i tanıyor ve kalkarak selam veriyor. İsmail Bey de söz konusu kadını bizlerle tanıştırarak kendisinin Ekonomi Bakanlığı’ndan olduğunu ve kralın kız kardeşi olduğunu belirtiyor. Ardından fotoğraflar çekilerek restorandan ayrılıyoruz. Birkaç okul ziyaretinin ve resmî ziyaretin ardından otelimize dönüyoruz. Otele döndüğümüzde akşamları öğrenci velileriyle görüşmeler yaptığımızdan anca geç saatlerde odamıza gidebiliyorduk. Bu nedenle de son günümüzde saat 22:00 civarında görüşmeleri bitirmemiz gerekiyordu. Çünkü ertesi gün sabah erkenden, saat 04:00’te Johannesburg’a, oradan da Zimbabve’nin başkenti Harare’ye hareket edecektik.
Ertesi gün sabah erkenden Svaziland’a tekrar geleceğimizi bilerek Zimbabve’ye gitmek üzere ülkeden ayrıldık.
Editör: İ. Yavuz Kulaklı