Darbe öncesi Zimbabve ziyareti hakkında
İlk defa çıkılacak bir Sahraaltı Afrika’sı yolculuğu için fazlasıyla rahat olduğumun farkına varıyorum. İş yerindeki arkadaşlardan sorup öğrendiğim kadarıyla valizime koyacağım materyalleri dikkatlice seçiyorum, bir yandan da programı inceliyorum. İşim basit; Zimbabve’deki okullara giderek liselerde Türkiye’de eğitim fırsatlarını anlatmam gerekiyor. En yakın arkadaşlarımdan biriyle aynı ofiste çalışmanın ve bu yolculuğa beraber çıkmanın rahatlığıyla havaalanında alıyorum soluğu. Son kontrolleri yapıyoruz ve uçağa biniyoruz. Atatürk Havalimanı’ndan başlayan uçuşumuz Dubai’de aktarma yaparak Harare’de sonlanıyor. Bu yolculuğun en önemli konusu ilk yurt dışı pazarlama tecrübem olması. Bu nedenle tüm ayrıntıları ince eleyip sık dokuyorum. Havalimanına geldiğimde üniversiteden mezun olduktan sonra ilk kez gördüğüm Afgan arkadaşım Barai ile uçağın bekleme salonunda karşılaşıyorum. İkimizin de Dubai’ye giden uçakta olması, önceki hafta kendisiyle ilgili konuşmamın ve karşıma çıkmasının ilginç bir tesadüf olduğunu düşünüyorum. Böylece üç eski sınıf arkadaşı Dubai’ye kadar birlikte yolculuk yapıyoruz. Çeşitli konulardan konuşuyor, yolculukta geçirilmesi gereken vakti değerlendiriyoruz. İstanbul’a döndüğümüzde tekrar görüşmek üzere vedalaşıyoruz ve uçuşu tamamlıyoruz. Altı saatlik bir yolculuk ardından birkaç saatlik bekleme süremiz olduğunu fark ediyor ve bu zamanı havaalanı içinde değerlendiriyoruz. Ardından son durağımız olan Harare uçağına doğru yöneliyor, sabahın ilk ışıklarıyla uçağa biniyoruz. İkimiz de gece boyu vakit geçirmekten bitkin düşmüş bir hâlde uçağa atıyoruz kendimizi. Yolculuğun başlangıcında Harare uçağına bindiğimizi düşünmemize rağmen, Lusaka’da iniş haberi alıyor ve heyecanlanıyoruz. Uçağın iki durağı birleştirerek otobüs gibi ara durakta yolcu indirmesini ve tekrar kalkmasını bekliyoruz. Uçak tekrar havalanıyor ve beklediğimiz sürede tanıştığım kişilere heyecanlı şekilde üniversiteden ve Türkiye’den bahsediyorum. Etkinliklerimizle ilgili bilgi veriyor ve telefon numaralarımızı değiştirerek birbirimizden ayrılıyoruz. Harare’ye vardığımızda hava 20-22 derece arasında ve kış mevsimine rağmen hava gün ortasında yeterince sıcak.
18 Haziran 2017 – Harare’ye giriş ve “Yolsuzluk (Corruption)” kelimesiyle tanışma
Girişte Türk vatandaşlarına 30 günlük iş vizesini 30 dolar ücretle verdikleri bilgisini daha önceden büyükelçiliğimizden aldığım için süreci biliyorum. Ancak vize sırası bana geldiğinde memura emin olmak veya teyit etmek adına bir kez daha soruyorum: “Vize için ne kadar ödemem gerekir?”. Aldığım cevap basit ve beni bekleyen altı günlük yolculuğumun özeti gibi: “Ne kadar vermek istersin?”.
Vize ücreti belli olduğundan 30 doları vererek memuru mutsuz ediyor ve içeri giriyoruz. Valizleri alacağımız bandın hemen yanı başında 30-35 yaşlarında birisi duruyor ve yardıma ihtiyacımız olup olmadığını soruyor. Yardıma ihtiyacımız olmadığını söylememize rağmen gümrük noktasına kadar bizimle geliyor ve kadına valizlerimizin içinde neler olabileceğinden bahsediyor. Bu durum görevli memuru rahatsız ediyor ve valizlerimizi açarak arama yapmaya başlıyor. Dubai’den aldığımız değerli eşyaları -bu konuda çok şanslıydık- fark etmeksizin getirdiğimiz broşürleri, kalemleri ve envai çeşit ürünü satılacak ürünmüş gibi gümrükleyeceklerini belirtiyorlar. Bunun üzerine cevabımız net oluyor: “Eğer bize resmî makbuz verecekseniz istediğiniz meblağı ödemeye hazırız.” Bu sözümüz görevli hanımefendiyi daha da huzursuz ediyor ve söylenerek hızlı ve agresif hareketlerle bir belge hazırlıyor ve bedeli ödüyoruz. Ülkeye girişte vize memurunun, hemen ardından gümrük memurunun “Afrika’ya ne getirdiniz?” minvalinde rüşvet taleplerini atlatıyor ve ülkeye giriş yapıyoruz. Bizi karşılayan arkadaşlar konuyu gayet normal karşılıyorlar. Ağızlarından durumu açıklamak için düşürmedikleri bir kelime var: “Corruption (Yolsuzluk)”.
İlk gün tüm bu işlemler bitene dek öğleden sonra 1-2 oluyor saat. Ardından Harare’ye çok da uzak olmayan bir küçük beldeye gidiyoruz: Kadoma beldesi. Orta sınıfın üstünde yaşayan insanlardan oluşan bir bölge ve doktorlar, avukatlar bu bölgede yaşıyor. Sokakları görece köstebek yuvasına dönmüş Harare sokaklarından daha iyi. Bizi alan arkadaşın evine gidiyoruz o gece. Sabah erkenden yola çıkarak Gveru’ya gitmeyi planlıyoruz. Gveru daha güneyde bir şehir ve belki de büyük şehirlerin arasındaki en fakir bölgelerden birisi. Kırsal kesimlerdeki fakirlikle karşılaştırmak mümkün değil ancak büyük şehirler arasında geçen yolculuğumuzda en geri kalmış şehir bu şehirdi. Eve ulaştığımızda ailenin üyeleri bizi kapıda karşılıyor ve tek katlı büyük bahçeli villanın kapılarından içeri alınıyoruz. Herkesle tanıştıktan sonra arkaşımızın doktor olan babası bize ülkenin durumundan, yurt dışında okumanın avantajlarından, kendisinin hayatından ve futboldan oluşan çeşitli konulardan bahsediyor. Uyuklamamıza rağmen yatmamıza izin verilmiyor çünkü evin hanımı bizim için yemek hazırlatıyor. Sofraya çağrılıyoruz ve hijyenle alakalı ön yargılarımızı yıkacak bir gelişme yaşanıyor. Sürahiye koyulmuş sabunlu su geliyor; ardından kolunda havlu ile suyun altına tepsiyi tutan evin genci küçük kardeş ellerimizi yıkamamızı rica ediyor. Ellerimizi yıkıyor ve yıkarken fotoğraflar dahi çekiyoruz. Sofraya oturduğumuzda neden ellerimiz yıkadığımızı daha iyi anlıyoruz. Sofraya gelen yemeklerin arasında Et, Kara Lahana ve Salza (mısır püresi) geliyor. Mısır püresini elimizle alıyoruz, köfte gibi sıkıyoruz, etle ve kara lahanaya benzer o yemekle birlikte ağzımıza atıyoruz. Tadı çok güzel ve etin çok taze ve organik olduğunu hemen anlayıveriyorsunuz. Özellikle tavuk etinin tadı damağımızda kalıyor. “Road Runner” adıyla bilinen tavuk türünün de bu bölgede ünlü olduğunu öğreniyor ve ilerleyen günlerde denemek üzere planlarımz arasına dahil ediyoruz. Yemekten sonra yöreye özgü meyveleri deniyoruz. Ardından yatmak üzere odamıza geçiyoruz.
Gveru: Ülkenin kalbinde geri kalmış bir şehir
Sabah erkenden kalkıyoruz, kahvaltımız hazırlanmış. Çayın yanına süt koyulmasından ve İngiliz kahvaltı şeklinden geçmişte sömürgecilik dönemini hatırlatan aslında merak ettiğimiz bir durumla karşılaşıyoruz. Kahvaltımızı yapar yapmaz, bize ev sahipliği yapan arkadaşımızın kuzeni Cathie geliyor. Bizim için kiraladıkları son model bir cip ve sağdan akan trafik, yolda polisin bizi durdurmadan kontrol noktalarından geçişimizin bu aracın modeliyle ilgisi olduğunu düşünüyoruz. Lakin önceki akşam Kadoma’ya gelirken polisin durdurarak istediği 5-10 dolar pazarlığı sırasında Toyota’nın eski model bir minibüsüyle gittiğimizi hatırlıyoruz. Bu ayrımın nedenini sorduğumuzda genelde bu araçlara binen kişilerin milletvekili veye ünlü kişiler olduğunu onları durdurmak istemediklerini belirtiyorlar.
Gveru’ya ulaştığımızda öncelikle etkinliğin yapılacağı otele gideceğimizi söylüyorlar. Otele geldiğimizde otelin eski duvarları, odaları ve tuvaletlerinden çok etkinliği yapacağımız otelin etrafındaki amaçsız kalabalık dikkatimizi çekiyor. İnsanların çalışmadığı o kadar belli oluyor ki sokaklarda boş bakışlarla etrafındakilere bakarak gezen insanların gerçekten neyi amaçladıklarını anlamıyorsunuz. Kişisel güvenliğinizle ilgili en ufak bir kaygınız olmadan sokaklarda yürümenize rağmen bu amaçsız insanlardan dolayı ürkebiliyoruz bazen. Bir gazeteden vermiş olduğumuz reklamla birlikte bire bir görüşmeler için insanları kabul etmeye başlıyoruz. İnsanlar geldikçe Zimbabve’nin insan tipini daha fazla anlıyor, sonraki günün programlarıyla ilgili fikir yürütmeye başlıyoruz. Bu durum uzun sürmüyor, oraları bilen arkadaşlardan geri bildirimler de gelmeye başlıyor. Sonraki günün programında uzun yolculuklar ve yoğun saatlerin yanında, bizi spontane gelişen okul ziyaretleri de bekliyor. Yanımızda bulunan cengaver arkadaş gidiyor ve okullarla bizim hakkımızda konuşuyor ve günün içerisinde müsait saatlerde okullara tanıtıma gidiyoruz. Bu süreçte gün geçiyor ve planlanmış, bizim eklediğimiz okulların ziyaretlerinin ardından kalacağımız yere doğru hareket ediyoruz. “Lodge” yani loca denilen bir misafirhane modeliyle işletilen otele yerleşiyoruz. Fiyatlar birçok alternatifimiz olmadığından çok pahalı tabi ki. Kaldığımız otelin şartları görece iyi ancak fiyat ve hizmet konusunda monopol davranışları bizi rahatsız ediyor. Bu durumda çalışmayan internet ve çeşitli ihtiyaçların eksikliğinden yakınarak sabahleyin bizi bekleyen internette yapılması gereken işler -mailler vs.- için resepsiyonun internetine bağlanmak zorunda kalıyor ve zar zor da olsa gerekenleri tamamlıyoruz. Sabaha dek uzaktan çalışmamız için gerekli olan sorunları halletmeye uğraşmamız ve sabahleyin kalktığımızda internetin olmayışı gibi sorunlarla karşılaşmamız güne uykusuz başlamamıza neden olsa da temiz havasından olsa gerek enerjimizde bir problem görünmüyor. Gveru’daki yolculuğumuza devam ediyoruz ve tekrar Harare’deki etkinliğimize şehrin içindeki bir otelde, bire bir görüşmeleri kalabalıktan dolayı çoklu sunumlara çevirerek ve soru cevap seanslarına dönüştürerek devam ediyoruz. Soru cevapların arasında devlet yetkilisi olduğunu anladığımız biri tanınırlık hakkında birkaç ekleme ve öneri sunarak oturumdan ayrılıyor. Bu durum Zimbabve’de kurallara uygun davranıldığını düşündüğümüz nadir olaylardan aklımızda yer ediyor. Gün içerisinde oturumlara olan ilgiden memnunuz ve günün sonuna yorgun hâlde giriyoruz. Akşam Airbnb aracılığıyla ayarladığımız bir eve gidiyoruz. Ev harika ve misafirhane tarzıyla çalışıyor. Afrika’ya gidildiğinde kesinlikle “Guesthouse” denilen misafirhanelerde kalınmasını tavsiye ederim. Her anlamda hizmeti ve tecrübesiyle Afrika tecrübeniz oluyor. Bu nedenle kaldığımız tek katlı evde Afrika’nın modernize olmuş ev yapısının bölgeye dair izlerini farkedebiliyorsunuz. Mesela duvardaki tuğlalardan birisi yan konularak delikleri açık kalacak şekilde bırakılmış. Bunun nedeni rutubeti önlemek ve hava akışını sağlamak olduğunu düşünüyoruz. Yorgunluğumuzu atabilmek adına kısa bir şehir merkezi turuna çıkıyoruz ancak erkenden eve dönerek uykuya dalıyoruz. Çünkü ertesi gün Harare’deki okulları ziyaret etmemiz gerekiyor. Yanımda yakın arkadaşım olmasından dolayı programa dair özgüvenimiz yerinde. İkimizin de eksiğini birimizden birimizin tamamlayacağı aşikâr. Bu nedenle Murat ile devamlı planları beraber yapıyor, güncelliyor gerekirse iptal ediyoruz. Bu Murat’ın daha önceden gitmiş olduğu fuarlardaki tecrübeleri ve yorumlarıyla daha da doğru sonuçlara gitmemize neden olabiliyor.
Ertesi gün uyandığımızda daha zindeyiz ve okul ziyaretleri için kıyafetlerimiz ütülü, iki yakışıklı adam olarak okullarda sunumlar yapmak üzere yola çıkıyoruz. Öyle ki Zimbabve’de lisedeki genç kızların gözünde rock yıldızı gibi karşılandığımızı hatırlıyorum. Okullara ilk gittiğimizde dikkatimizi çok önemli bir fark çekiyor: okul ücretli olsun olmasın, öğrencilerin üstü başı sokaktakilere göre çok daha düzenli, disiplin konusunda fazlasıyla sıkı, eğitim seviyesi ve bilgi olarak öğrenciler pırıl pırıl. Zimbabve’deki öğrencilerin gözündeki ışığı hemen görüyorsunuz. Vatandaşları bölgede okuma oranının en yüksek olduğu ülke olmakla da övünen Zimbabve’de eğitim sistemi İngiliz diplomalarına entegre bir biçimde ve disiplin konusunda çok sıkılar. Bazı okullar hariç öğrenciler her yerde bizi gruplar hâlinde düzgün davranarak karşılıyor. Öğrencilerin bu davranışlarına hayran kalıyoruz, okulun kapısında karşılanmak ve öğrenci temsilcilerinin okul içerisindeki teknik konularda sorumlularla ilgilenmesini, ihtiyaçlarımıza cevap aramaları bizi motive ediyor. Adeta okul müdürü ve yönetimiyle yapılan tanışmaların ardından geri kalan tüm işi öğrenciler ve ekipleriyle yürüttüğümüzü söyleyebilirim. Gün boyu Harare’nin önde gelen -sadece parasal anlamda değil- birkaç okuluna gidiyoruz ve okullarda gözlem yapmaya devam ediyoruz. Akşam olduğunda ise günün yorgunluğunu atmak ve sonunda Zimbabve’nin en gelişmiş şehrinde -başkentte- dışarı çıkma fırsatı buluyoruz. Şehrin arka sokaklarında “The Queen” adında bir mekândan bahsediyor arkadaşlar. Doğru oraya gidiyoruz. Bahsettikleri kadar güzel, bahçesi yiyecek ve içecekleriyle, canlı müzikle mekan bize kendini beğendiriyor. Mutfağından çıkan yemeklerin güzel olduğunu da duyunca suşi siparişiyle şansımı zorluyorum. Ancak beklentimizin tam aksine “Crispy Rolls” harika tadıyla aklımızda kalıyor. Ertesi günle ilgili planlarımızı da netleştirdikten sonra evlere geçiyoruz ve dinlenmeye çekiliyoruz. Ertesi gün kaldığımız yerden devam ediyoruz ziyaretlerimize ve günün sonunda “Brai” denilen Türkiye’de “ocakbaşı” gibi bir konseptte bir mekana daha gidiyoruz. Et harika, ve mekan çok iyi olmasına rağmen boş olduğunu görüyoruz. Hafta sonlarında bu mekanda yer bulamayacağımızı ancak hafta içi ve havalar serin olduğundan boş olduğunu öğreniyoruz. Akşam yemeğini yedikten sonra Kadoma’da kaldığımız eve tekrar geçiyor, birkaç saatlik uykunun ardından ülkenin en güneyinde bulunan bir başka büyük şehir Bulavayo’ya doğru yola çıkıyoruz.
Bulavayo
Bulavayo’da kısıtlı olan vaktimizde hızlıca birebir görüşmeler için otele geliyoruz ve masaları hazırlıyoruz. Öğrenciler gelmediğinden sorular soruyoruz. Meğer bizim arkadaşlar ilan verdikleri gazetenin Bulavayo’da bu kadar okunmadığını bilmiyorlarmış. Bunu öğrendiğimizde sinirlenmek yerine çözüm arıyoruz; arkadaşlardan biri çevre okullara giderek hızlıca duyurular yapıyor ve öğleden sonrası için öğrencileri davet ediyoruz. Öğleden sonra öğrenci görüşmelerinin ardından tekrar yola çıkarak Harare’ye uzun bir yolculuktan sonra geliyoruz. Ertesi gün dönüş yapacağımız için ülkeyle ilgili alabildiğim kadar Cathie’den alabildiğim kadar bilgi alıyorum. Ülkede en çok konuşulan dilin “Shona (Şona)” dili olduğunu söylüyor. İnsanların güvende olduklarını bunun nedeninin korku ikliminden dolayı olduğunu da ekliyor. Şu anki hükümetin -yani Mugabe’nin- bir gün gideceğini ve ardından gelenlerin daha kötü olup olmayacağıyla ilgili kaygılarından bahsediyor. Biraz da ülkedeki kabileleri öğrenmek istediğimde başlıca kabilelerden bahsediyor ve ekliyor: “Eskiden büyük katliamlar yaşandı kabileler arasında ancak bunların üzeri örtüldü ve kimse konuşmak istemiyor hakkında. Bir daha olmasından korkuyoruz.”
Bir ülkede yaşanan olayların insanlara bu denli derin bir ders olması, yakınların kaybeden insanların dahi bu konuda konuşmak istememesi ne kadar ağır ve yoğun bir ders diye düşünüyorum. Vahşi hayvanlar, tatil bölgeleri ve iş hayatıyla ilgili sorular soruyorum. Her seferinde ülkenin ne kadar güzel olduğundan bahseden Cathie ardından “ama” ile başlayan cümlesine biraz hükümet biraz da ekonomik koşullar katarak ikinci kısmı kederli bir şekilde bitiriyor. Bu nedenle sorularımı sayısı azalıyor ülkesi hakkında konuşan Cathie’nin rahatsız olmaması için. Soruların seviyesini biraz daha genele yayıyorum. En güzel mevsim, en büyük safari gibi yerleri öğreniyorum. Bulavayo yakınlarındaki en büyük safariye gidip sonra da “Victoria Falls” şelalelerinde kalabileceğimi anlatıyor. İlerisi için bir plan olarak kaydediyorum hepsini.
Zimbabve ziyaretimiz boyunca farkettiğimiz en önemli ayrıntı; sokaklarda amaçsızca yürüyen işi gücü olmadığı belli olan gençler, otoyollarda önümüzü kesen polisler ve rüşvet dilenmeleri, yolsuzluk kelimesinin herkesin ağzına pelesenk oluşu olduğunu söyleyebiliriz. En önemlisi değişimin kapıda olduğu hissini oralı arkadaşlarımızla paylaşıyoruz ve “herkes aynı durumdan şikayet ettiğine göre yakında değişim gelecektir” diyoruz.