Türkiye, 14 Mayıs 1948 tarihinde kurulan İsrail Devleti’ni yaklaşık bir yıl sonra 28 Mart 1949 yılında tanıyan ilk Müslüman ülkedir.[1] Bu tanımanın ardında ise dönemin koşulları etkili olmuştur. Türkiye’nin o dönem içerisinde Sovyet tehdidinden korunması gerekmektedir ve bunun için NATO’ya üye olmak öncelikli hedeflerindendir. NATO’ya üyelik için ABD’nin Ortadoğu politikalarına uyum sağlaması gerektiğini düşünen Türkiye, İsrail’i tanıyarak ve de Yahudi lobisini kullanmayı düşünerek ABD’ye yaklaşmıştır. 9 Mart 1950’de Türkiye ile İsrail arasında ilk siyasal temsilciler(maslahatgüzarlar) göreve başladı.[2] Tanımanın ardından Seyfullah Ersin’in Tel-Aviv’e atanmasıyla Türkiye-İsrail diplomatik ilişkisi elçilik seviyesine ulaşmıştır.3 Türkiye’nin İsrail’i tanıması Arap ülkelerinde tepkiyle karşılandı. Bu tepkileri aşmak için de İsrail ile olan ilişkiler düşük seviyede tutuldu ve gizli yürütülmeye çalışıldı. Bu dönem 1992 Oslo Barış sürecine kadar devam etti. Bu dönemden sonra iki devlet arasındaki ilişkiler açık bir şekilde yütülmeye başlanmıştır. Böylece Türkiye ve İsrail yakınlaşma sürecine girmiştir.
Yakınlaşma Nedenleri
Türkiye ve İsrail’in birbirlerine yakınlaşma nedenleri çok boyutlu düşünülmesi gereken bir olgudur. Öncelikle hem Türkiye hem de İsrail açısından olaya bakmak gerekir.
Yakınlaşma ve işbirliği sürecinde dış politik ve iç politik gelişmeler de çok önemlidir.
Uluslararası konjonktür de bu iki devletin birbirine yakınlaşmasına ortam hazırlamıştır. Burada önemli olan nokta Ortadoğu coğrafyası ve Türkiye’nin jeostratejik öneminin İsrail tarafından çok iyi bilinmesi ilişkilerin nasıl bu şekilde geliştiğini anlamamızı kolaylaştırıyor. 1948 yılında yeni kurulmuş bir devlet olarak İsrail izlediği politikalar neticesinde bölgede yalnızlaşmış ve kendisini hiçbir zaman güvende hissetmemiştir. Bundan dolayı Türkiye’ye yakınlaşmaya çalışmıştır. Türkiye ise yakınlaşan İsrail karşısında karşılığında neler kazanabileceğini hesap etmeye çalışmıştır.
1. Uluslararası Konjonktür
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile ortaya çıkan güç boşluğunu ABD öne çıkarak doldurmak istemiştir. Çok fazla beklemesine gerek kalmadan Ortadoğu’da patlak veren Körfez Savaşı ile bölgeye müdahale etme şansı bulmuş, uluslararası ortamda tek kutuplu bir düzen kurmayı başarabilmiştir. Türkiye, İsrail, İran, Mısır ve Suriye gibi ülkeler ise bu coğrafyada bölgesel güç olmayı hedeflemiştir. Irak üzerine yapılan ortak operasyona ABD, Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerli katılırken; İsrail ve Türkiye’de aktif destek sağlamışlardır. 1991 Madrid görüşmeleri ile başlayan İsrail-Filistin Barış süreci ile de İsrail aradığı zemine ulaşmış, Türkiye, Ürdün ve diğer Arap ülkeleriyle beraber normalleşme sürecine girmek istemiştir. Barış sürecinin başlaması, Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişmesinde büyük ölçüde etkili olmuştur.[3] Barış süreci ile Türkiye-İsrail ilişkilerinin önündeki bütün engeller kalkmış, ilişkiler açıktan yapılmaya başlanmıştır. Arap devletlerinin de artık İsrail ile diyalog içinde olmasıyla, Türkiye İsrail ile olan ilişkilerini resmiyete dökmüştür, dolayısıyla derin bağların kurulmasında bir rahatlama olmuştur.
2. Tehditler
Körfez Savaşı sonrası ortaya çıkan güç boşluğu karşısında Ortadoğu ülkeleri siyasalekonomik çıkarlarını daha gür bir sesle dillendirmeye başlamıştır. 1970’lerden itibaren çalışmaları yapılan ve hayata geçirilen Güneydoğu Anadolu Projesi[4], Fırat ve Dicle nehirlerinden faydalanan Suriye ve Irak gibi devletlerin tepkisine maruz kalmıştır. Türkiye,
Suriye ve Irak su sıkınıtısı çeken ülkelerdendir.[5] Su sorunu ülkeler arasında başka sorunlara neden olmuştur. Bu sorunu bahane eden Irak ve Suriye, PKK terör örgütünü kullanmaya çalışmış, destek vermiş, kendi ülkelerinde eğitim almalarına ve terör örgütü yöneticilerinin ülkelerinde ikamet etmelerine izin vermişlerdir. Aynı zamanda İran devleti de PKK’nın ülkelerinde konuşlanmasına izin vermiştir. Bir diğer tehdit algılaması ise Suriye’nin tarihsel süreç içersinde elinden çıkan Hatay bölgesini yeniden kendi sınırları içine dahil etme amacının bulunmasıdır. Türkiye’nin güney sınırının PKK örgütü tarafından sarıldığı bu dönem içersinde, Türkiye bölgesel ortak arayışı içine girerek İsrail’e yakınlaşma ihtiyacı duymuştur.
İsrail açısından bakacak olursak, bölgedeki hemen hemen her Arap devleti İsrail karşıtlığını devam ettirmiştir. İsrail güvenlik kaygılarından dolayı Türkiye ile bölgesel işbirliği arayışı içindedir. İsrail’in en büyük çekincesi, kitlesel silahlar ürettiği iddia edilen İran’ın İsrail’i vurabilecek kapasiteye sahip olmasıdır. Bununla beraber Arap-İsrail çatışma ve savaşları boyunca Irak ve Suriye’de İsrail’e karşı düşmanca tavırlar içerisinde olmuştur. İran, Suriye ve Irak tarafından gelebilecek bir füze saldırısına karşı İsrail sürekli planlar yapmış ve saldırıları önleyebilecek askeri projeler üretmiştir. Bunların sonucunda İsrail, Türkiye’nin jeopolitik konumunun kullanılması yolu ile İran, Suriye ve Irak devletleri hakkında bilgi toplamak ve gerekirse Türk hava sahasını kullanarak bu devletlere saldırmayı hedeflemiştir. İsrail’in güvenlik kaygısı ve yalnızlık içinde olması ve Türkiye’nin PKK eylemlerine karşı Suriye ve Irak üzerine siyasi-askeri politikalar üretmek istemesi bu iki devleti birbirine daha fazla yakınlaştırmıştır.
3. Askeri Unsurlar
1990-1999 arası dönemde Türkiye’de onüç Dışişleri Bakanı görev yapmıştır.[6] Bu süreç içerisinde istikrarlı bir hükümet olmadığından ve iç-siyasi nedenlerden bakanlar sürekli değişmiştir. Bunun sonucunda Türk dış politikasına etki eden unsurlar çeşitlenmiştir. Özelikle bu zaman zarfında Türkiye’de ordu bir baskı unsuru olarak dış politkayı yönlendirmeye çalışmıştır. Aynı dönem içinde dört Genelkurmay Başkanı olması ise, dış politikaya kimin yön verdiğinin anlamamız açısından önem arzeder.[7] Bu dönemde ve nispeten öncesinde Genelkurmay Başkanları kanaat önderleri ile buluşarak dış politika hakkındaki görüşlerini aktarırlar, bu görüşlerde bu yolla siyasi çevreye ulaşırdı.[8]
Körfez Savaşı sonrasında ortaya çıkan sonuçlardan biri, TSK’nın müttefik ülkelere karşı askeri teçhizat ve mühimmatının geri olduğunun anlaşılmasıdır. Bu konuda Genelkurmay Başkanlığı Plan Prensipler Başkanı Korgeneral İlhan Kılıç Aralık 1991’de “Türkiye’nin bugün idame ettiği kuvvetlerin yapısı, modern orduların ve komşu ülkelerin kuvvetleri ile kıyaslandığında; mevcut kuvvetin başta modernizasyon olmak üzere bir çok alanda hem nicelik hem de nitelik açısından gerek Türkiye’nin gerekse ittifakın savunması için hedeflenen asgari kuvvetin gerisinde olduğunu” belirtmiş olması, TSK’nın modernizasyon sürecine gireceğinin belirtisi olmuştur.[9] Teknolojinin gelişmesi ile uzun menzilli balistik füzelerin ortaya çıkması karşısında, TSK önlem almak istemiştir. 1980’li yıllardan itibaren modernizasyon ve silahlanma programını başlatan HKK ve sonrasında ileri teknoloji-yüksek hareket kapasitesini arttırmaya yönelik çalışmalarda bulunmak isteyen KKK; ABD, AB ve NATO’dan istediği desteği alamamıştır. ABD ve AB’nin askeri teçhizat ve teknolojik uzmanlaşma konusunda destekte bulunmaması, TSK’yı yeni bir tedarikçi bulmaya itmiştir. İsrail’in askeri teçhizatının TSK ile uyumlu olması ve teknolojik uzmanlaşma konusunda destek vermeye istekli olması, TSK’yı harekete geçirmiş ve İsrail devletine yaklaştırmıştır. Bu konu hakkındaki verilere II. bölümde ayrıntılı olarak bakacağız.
4. Ekonomik Unsurlar
1991 Körfez Savaşı’nda Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesinin ardından Batı dünyası Irak’a yönelik bir ambargo kararı alınca, Türkiye’nin de bu karara uyulması istendi. Batı Türkiye’ye yönelik baskılarını arttırırken, Türkiye bu dönemde tarafsızlık politikası icra etmeye çalışmıştır.[10] Ancak BM Güvenlik Konseyi 7 Ağustos’ta 661 sayılı ambargo kararını alması, Türkiye’nin artık baskılara daha fazla direnemeyeceği anlamına geliyordu. Bu kararı etkin bir şekilde uygulayan Türkiye, Irak ile petrol boru hatlarını kapatmıştır. Bunun yanı sıra her türlü mal, sermaye ve hizmet alışverişi durduruldu.12 Irak petrolünün sevkiyatı ve boru hattının işletilmesinden elde edilen gelir yıllık 250-300 milyon dolar arasındadır. Ayrıca Türkiye, Irak’a ihraç ettiği ürünlerden yıllık 1 milyar dolar kazanırken; kalkınma projelerinde yer alan iş dünyasından yıllık 3,5 milyar düzeyinde gelir elde etmekteydi.[11] Bu rakamlara göre Türkiye’nin 1991 yılı dönemi ve sonrası toplam ekonomik kaybı 4-10 milyar dolar arasında olduğu tahmin edilmiştir.[12] Bu ekonomik kayıp hiç şüphesiz, 1990’lı yıllar boyunca hissedilmiştir. Böyle bir noktada İsrail’in Ortadoğu coğrafyasında ekonomik ve teknolojik açıdan gelişmiş ülkelerden biri olması ve Oslo sürecinin getirdiği ivme ile Türkiye-İsrail devletleri ekonomik ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır.
İsrail kendi ürünlerini, Türkiye üzerinden Orta Asya pazarına aktarmayı planlamıştır. Türkiye’nin ve İsrail’in o dönem için ABD ve Avrupa ile olan ekonomik ilişkileri önceki dönemlere göre düşme eğilimine girmiştir. Bu gibi faktörlerden birbirine daha da yakınlaşan iki ülke 1993 yılında Türkiye-İsrail İş Konseyi’ni kurmuştur.[13] Türkiye ile İsrail Turizm alanında 1 Haziran 1992 yılında “Turizm Alanında İşbirliği Antlaşması” imzalamıştır.16 Bu antlaşma ile iki ülke turizm alanında işbirliğini teşvik ediyordu. Bu sayede karşılıklı turist sayısı arttırılmış oldu. İki ülke arasındaki bir diğer ekonomik gelişme sahası tarım olmuştur. Özellikle İsrail’in modern ve teknolojik tarım yöntemleri geliştirmesi, tohum ıslah çalışmaları
Türkiye tarafından bilinmekteydi. GAP neticesinde tarımsal verimliliğini arttırmak isteyen
Türkiye, İsrail ile 1997 yılında “ Tarımsal Alanda İşbirliği Mutabakat Zaptı” imzalanmıştır.[14] Buna göre iki ülke İsrail’in teşebbüsü ile Orta Asya ve Kafkasya’da ortak yatırımlara girişmiştir. Yine 1998 yılında Kudüs’te “ Tarımsal Alanda İşbirliği Antlaşması” imzalanmıştır.18 Antlaşma ile teknik bilgi paylaşımı, tarımsal uzman paylaşımı, teknolojik sistem paylaşımı gibi konularda işbirliğine gidilmiştir. Ayrıca ortak bir Tarım Yürütme Komitesi de kurulacaktı.
Türkiye ile İsrail’in ticaret alanında 1996 yılında imzalanıp, 1997 yılında yürürlüğe giren “Serbest Ticaret Alanı”[15] antlaşması karşılıklı mal ve hizmet ticaretinin gelişmesi açısından son derece önemlidir. Böylece iki ülke arasında ticaret hacminin arttırılması sağlandı. Bu antlaşma ile sadece İsrail pazarı değil, aynı zamanda ABD, Filistin ve Ürdün pazarlarına İsrail üzerinden giriş imkanı sağlanmıştır. Bu antlaşmanın önemini dönemin Türkiye-İsrail İş Konseyi Başkanı Ekrem Güvendiren şöyle belirtiyor:
“Serbest Ticaret Alanı Antlaşması, bölgede Türkiye için yeni antlaşmaların önünü açacaktır. … İsrail, Türkiye vasıtasıyla Orta Asya’ya açılmayı planlıyor. … İsrail ile olan Serbest Ticaret Antlaşması, ikili bir antlaşma gibi görünüyorsa da çok taraflı bir gelişmenin başlangıcıdır. İsrail ile Filistin arasında imzalanmış olan antlaşmalar, İsrail’e giren malların gümrüksüz olarak Filistin bölgesine geçmesini öngörüyor. Bu şekilde, Türkiye-İsrail Serbest Ticaret Antlaşması, Türkiye’nin Filistin’e olan ihracatında önemli bir artışa neden oldu.”[16]
5. ABD ve Yahudi Lobisi
1491 yılında Yahudilerin İspanya’dan çıkarılmasından sonra bu millete kapısını açan Osmanlı Devleti olmuştur. Bu tarihten sonra Osmanlı’nın bir unsuru haline gelen Yahudiler, tarih boyunca hem Osmanlı hem de Türkiye Cumhuriyeti’nde etkinliklerini arttırmış ve muhafaza etmiştir. Osmanlı Devletine sığınan Yahudiler, devlete katkı sunmuşlar ve zaman içerisinde devletin önemli görev alanlarına gelmişlerdir. Yahudilerin bir devlet kurma fikri ise II. Abdülhamit tarafından reddedilmiş, ancak devlet içinde bulunduğu zor durum nedeniyle belli bir süre sonra bunun önüne geçememiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında ve sonrasında da Yahudiler etkin rol oynamaya devam etmiştir. Öyle ki 1935 yılında parlamentoya Abravaya Marmaralı isminde bir Musevi girmiştir.[17] Bu süreç daha sonra gerek siyasi gerek ekonomi alanında birçok Yahudi unsurunun etkinliğini daha arttırarak örneklerin çoğaldığını görmek mümkündür. Yine Hitler Almanyası’ndan kaçan Yahudi bilim insanları da Türkiye’ye sığınmış ve Türkiye’de aynı Osmanlı döneminde İspanya Engizisyondan kaçan Yahudiler gibi hoşgörüyle karşılanmıştır.
Yahudi unsuru Türk dış politikasında zaman zaman kullanılmıştır. Yahudilerin varlıklarının devamı noktasında Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiye’nin gerekli dış politik hamleleri yürütmesinde Yahudi unsuru ve İsrail her zaman karşılıklı bağımlılık içindedir. 1990’lı yıllardan sonraya ortaya çıkan Türk-İsrail yakınlaşmasına en çok destek veren ülkelerden biri ABD olmuştur. ABD Ortadoğu üzerine yeni yaklaşımlar üretirken, ortaya çıkan bu birliktelik Türkiye’yi rol-model[18] ülke yapmaktaydı. ABD’de varlığını sürdüren ve etkin olan Yahudi lobisi bazı zamanlarda Türkiye tarafından kullanılmıştır. Özellikle 1980’li yıllardan sonra Ermenilerin 24 Nisan gününü “Soykırım Günü” olarak ilan ettirme çabalarına karşın; ABD’deki Yahudi lobisi ile temas kurulmuş ve ABD Senatosu’nun böyle bir karar alınmasının o dönem önüne geçilmiştir. Bu konuda Emekli Büyükelçi İsmail Soysal şunları ifade etmektedir:
“Türkiye ile İsrail’in yakınlaşması konusunda Amerika Birleşik Devletleri’nin etkisi büyüktür. İsrail’i koruyan bir numaralı devlet Amerika Birleşik Devletleri. Bu ülkede altı milyon Yahudi yaşamaktadır ve oldukça da etkindirler.”[19]
ABD içindeki çeşitli İsrail bazlı think-tank kuruluşları özellikle Türkiye-İsrail ilişkileri, Ortadoğu ve Türk siyasetçileri üzerine çalışma yaparak iki ülkenin ilişkilerinin daha da yakınlaşmasını istemekte ve bu yönde çalışmaktadır. Böylece iki ülke birbirine daha da yakınlaşmış ve işbirliğini derinleşme boyutuna çıkarmayı hedeflemişlerdir.
Bu yazı, yazarın “1991-1999 Dönemi Türkiye-İsrail Askeri İlişkileri ve Askeri Yakınlaşmanın Türkiye’nin Komşu Devletlerle Olan İlişkilerine Etkisi” adlı çalışmasından bir bölümü alınarak hazırlanmıştır. Çalışmanın tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
[1] Emre, Gül, ”Türkiye’ye İsrail Devletini nasıl tanımıştı?”, Tarih Dosyası, Dünya Bülteni, Güncelleme Tarihi:07.09.2011, http://www.dunyabulteni.net/tarih–dosyasi/173583/turkiye–israil–devletini–nasil–tanimisti–, erş. 07.10.2014.
[2] İsmail, Soysal (1993), Türk Dış Politikası İncelemeleri İçin Kılavuz, İstanbul, Eren Yayınevi, s.65. 3 Alptekin, Dursunoğlu (2000), Stratejik İttifak Türkiye-İsrail İlişkilerinin Öyküsü (4. Basım), İstanbul, Anka Yayınları, s.38.
[3] Türel, Yılmaz (2001), Türkiye-İsrail Yakınlaşması, Ankara, İmaj Yayınevi, s.44.
[4] GAP, 1970’lerde Bölge’nin su ve toprak kaynaklarının geliştirilmesine dayalı bir program olarak ele alınmış; Fırat- Dicle Havzası’nda sulama ve hidroelektrik enerji üretimine yönelik 22 baraj, 19 hidroelektrik santrali ile 1,8 milyon hektar alanda sulama yatırımlarının yapımı planlanmıştır.
[5] Ortadoğu az yağış alan bir bölgedir. Kişi başına düşen yıllık su miktarının 1.000 ve altında olan bir ülke su kıtlığı içindedir. 2025 yılında Türkiye’de kişi başına düşecek su miktarı 1.210 iken; bu oran Suriye’de 535 , Irak’ta ise 1.055 olacaktır.
[6] Dışişleri Bakanları listesi için bkz., http://www.mfa.gov.tr/_disisleri–bakanlari–listesi.tr.mfa, erş. 10.10.2014.
[7] Genelkurmay Başkanları listesi içim bkz.
http://www.tsk.tr/1_tsk_hakkinda/1_2_genelkurmay_baskanlari/genelkurmay_baskanlari.htm, erş. 12.10.2014.
[8] Ofra, Bengio (2009), Türkiye-İsrail Hayalet İttifaktan Stratejik İşbirliğine, çev. Filiz Kaynak Dişkaya, Ankara, Ergüvan Yayınevi, s.125.
[9] Gencer, Özkan (Kasım 2005), ” Türkiye – İsrail İlişkilerinde Dönüşüm:Güvenliğin Ötesi”, TESEV Dış Politika Programı, Dış Politika Analiz Serisi 1, s. 59.
[10] Faruk, Sönmezoğlu (ed.) (2004), Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul, Der Yayınları, s. 288-290. 12 A.g.e.
[11] Ofra, Bengio, a.g.e., s. 51.
[12] Davis, Kushner, “Turkey: Iraq’s European Neighbour”, s. 207, Aktaran: Ofro, Bengio, a.g.e.
[13] Türkiye-İsrail İş Konseyi, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, http://www.deik.org.tr/Konsey/10/T%C3%BCrkiye_%C4%B0srail.html, erş. 01.12.2014. 16 http://www.basarmevzuat.com/dustur/kanun/5/0244/92–3378israil.htm, erş. 01.12.2014.
[14] Türel, Yılmaz, a.g.e., s. 90-93. 18 A.g.e.
[15] A.g.e.
[16] Yeniyüzyıl, 6 Ağustos 1998, Aktaran: Türel, Yılmaz, a.g.e.
[17] Ofra, Bengio, a.g.e., s. 114.
[18] Bu kavram özellikle ABD’nin istikrarsız bölge Ortadoğu için, model ülke olacağına inandığı Türkiye için kullanmış olduğu bir kavramdır. Demokratik-laik yapısıyla ve aynı zamanda halkının çoğunun İslam dinine mensup olmasıyla ortaya atılmış bir görüştür.
[19] Nokta, Yıl:17 s. 841, 22-28 Mart 1998, s. 68, Aktaran: Türel Yılmaz, a.g.e.