Beril Dedeoğlu: Galatasaray Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı. Özellikle Avrupa Birliği, Türkiye’nin dış politikası ile uluslararası güvenlik konularında çalışmaktadır.
Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. Akademik kariyerine aynı kurumda, Prof. Dr. Esat Çam’ın asistanı olarak başlamıştır. 1995 yılından bu yana Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde görev yapmaktadır. 1999 yılında doçent, 2005 yılında profesör olmuştur. Bir dönem Kadir Has ve Aydın Üniversitesi’nde de ders vermiştir.
Merhabalar Beril Hocam, Siyasal Hayvan’ın röportaj teklifini kabul ettiniz için çok teşekkür ederiz. Değerli zamanınızı ayırdığınız bizim için. Türkiye- Avrupa Birliği ilişkileriyle alakalı birkaç sorumuz var, onları cevaplarsanız çok memnun oluruz. İlk sorumla röportaja başlamak istiyorum.
- 15 Eylül 2014 tarihinde Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzarekeci Sayın Volkan Bozkır tarafından açıklanan ‘’Yeni Avrupa Birliği Stratejisi’’ni siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Stratejide vurgulanan ‘’Avrupa Birliği İletişim Stratejisi’’ nin Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine etkisi nelerdir?
O stratejinin üç ayaklı olduğunu söylemek lazım. Bunlardan sadece birisi veya iki tanesi iletişim alanında. Diğeri ise yasama süreci alanında. Yani reform paketlerinin hayata geçirilme süreciyle ilgili.Burada kastettiğim, buradan başlamamın sebebi şu, onu bir yana koyacağımda o nedenle. Sanki yarın Avrupa Birliği’ne girecekmişiz ve tüm müzakere başlıkları açılacakmışcasına, elimizden geldiği kadar yasal düzenlemelerin yapılması hedefleniyor. Daha önceki reform paketleri gibi bir dizi paketin Meclis’ten geçirilmesi ve bunun yararlarının kamuoyuna anlatılması amacını taşıyor.
İkincisi, AB iradesinin Türkiye kamuoyunda yeniden canlandırılmasıyla ilgili. Çünkü bunun sadece hükümetlerin yapacağı bir iş olduğunu düşünmemek lazım, bir toplumsal isteklilik ve çabaya karşılık gelen bir durum. Öğrenciler, sivil toplum, üniversiteler, basın, çiftçiler, sanayiciler vb. tüm kesimlerin kendi paylarına düşen çabayı göstermelerini ve bir ortaklık içinde çalışmalarını öngören bir strateji var. Bu, aslında iletişime de giriyor.
Üçüncü ayağı ise bugüne kadar Türkiye’de oldukça geç kalınmış bir çabaya karşılık gelen bir durum. Bu da Avrupa Birliği ülkelerinde Türkiye’nin bir anlamda yeniden hatırlatılması. Tabi bu hatırlatılma, pozitif bir anlamda bir hatırlatılma. Yani süreç içinde ‘’biz girersek şöyle kazanç sağlarız’’ın ötesinde ilişkilerin geliştirilmesi, karşılıklılığın arttırılması, yani her şeyi Avrupa Birliği’ne girmek için yapıyordan çok, karşılıklı bir etkileşim sürecinin yeniden hayata geçirilmesiyla ilgili üç sac ayağı var. Dolayısıyla Sayın Bakan tabiki de hükümet içerisinde ve Meclis’te bunu sıcak tutuyor ama öte taraftan toplumsal desteğe çok ihtiyacı olduğu anlaşılan bir proje. Bu yüzden, anladığım kadarıyla siz de bu soruyu sorarak bu süreci katılmış oluyorsunuz.
- Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 31 Ekim 2014 tarihli Fransa ziyaretinde Fransa Cumhurbaşkanı Sayın François Hollande ile yaptığı görüşmede, Hollande, Fransa’nın veto ettiği 5 müzakere başlığından bir tanesinin kaldırılacağını söyledi. (17.başlık: Ekonomi ve Parasal Birlik) Sizce Fransa bu açıklamayı uygulamaya geçirebilir mi ? Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin de bu yönde bir açıklaması olabilir mi ?
Şimdi sadece Fransa’nın bloke ettiği bazı başlıkların kaldırılması yönünde iyi niyet sözleri edildi. Ancak unutmayalım ki Fransa’nın veto ettiklerinin büyük bir kısmı Kıbrıs sebebiyle zaten bloke vaziyette. Şu anda Türkiye’nin müzakere edebileceği sosyal politikalar, adli, içişleri ile ortaklık ve rekabet politikası var. Türkiye üye olmayacak ise örneğin, rekabet politikasında tüm mevzuatı kabul etmek durumunda değil. Örnek olarak, kamu ihalelerine yabancı firmalar girebilecek ama buna karşılık Türk şirketleri oradaki ihalelere katılamayacak. Türkiye üyelik öngörüsü olmadan buna imza atmak istemiyor. Yani Fransa ‘’hadi bunu kaldıralım dese bile’’ Türk tarafı buna razı değil haklı olarak. Çünkü öngörü olarak razı olmadığı için.
Sosyal politikalarda ise iş çevrelerini, işverenleri ikna etmek lazım, onlar biraz nazlanıyorlar. Ayrıca örneğin memurların grev hakkı gibi konular var. Türkiye dolayısıyla bu konularda biraz daha tedirgin. Bu nedenle bütün kabahatlari Fransız vetosuna koymamak gerekir. Ancak Fransa’da böyle bir Hollande tarafından bir ilgi olmasına rağmen, Fransa Parlementosu böyle bir karar alır mı veya Hollande yetkisini Brüksel’de kullanır mı, bunu gündeme getirir mi konusunda çok emin olamıyorum. Nedeni şu: Şu an Hollande’ın durumu çok sağlam değil, arkasında büyük bir Fransız desteği yok. Ne yazık ki Sarkozy’nin güçlenmesine yol açacak bir siyaset güttü. İyice Sarkozy yanlılarını ‘’kudurttmamak için’’ Türkiye ile ilgili bir adım atacağı kanaatinde değilim. Fransa’nın iç siyaset konjoktürü iyi değil. Ancak tek tek ikna etmek yerine Türkiye’nin bu konudaki en temel sorunu Kıbrıs sorunudur. Bu engelin sürdürülmesi karşı tarafın blokajını güçlü kılan hukuki sorun olarak var olmktadır. Ankara Anlaşması ve Katma Protokol, Kıbrıs’ı genişletme kararı almadığı sürece de bu sorun devam edecek gözüküyor.
- Haziran 2014 tarihinde Avrupa Parlementosu seçimlerinde aşırı sağ partilerin oy oranlarındaki artışları vardı- Parlementoda grup kurmaya yetecek çoğunluğa sahip olamamalarına rağmen-. Fransa’da Marine Le Pen ve İngiltere’de Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ne (UKİP) kamuoyu desteğinin olmasını siz Avrupa Birliği’nin geleceği açısından nasıl görüyorsunuz?
Hiç hayra alamet görmüyorum. Açıkcası iki açıdan görmüyorum. Birincisi; Fransa’da Front National gibi ve Almanya’da ırkçılığa varan ve yabancı düşmanlığı üzerinden beslenen partiler marjinal kalabilirler. Örneğin; Almanya’da yıllarca koalisyonda yer almış partiler ırkçılığın dozunu arttırdıkça barajın altında kalıyorlar.
Fakat esas sorun şu; marjinalize olmuyorlar. Çünkü muhafazakar-merkez sağ partiler bunun prim yaptığını gördükçe, yani ulusalcılığın veya ırkçılığın yükselişini gördükçe- bu partilere yakın siyaset izler hale geliyorlar. Bu durumda çoğunluğu alma ihtimali olanlar daha muhafazakar ve nasyonal eğilime kayıyorlar. Bunun daha büyük bir tehlike olduğunu düşünüyorum. Çünkü ırkçı partilerin sayısı ve oy oranları bir miktar artabilir. Ancak temsiliyeti ve Avrupa Birliği’nin rotasını değiştirecek kadar bir çoğunluğa erişmeyebilirler. Ama onları örnek alan ve ‘’bu partiye oy geliyor, nasyonalist olayım’’ nidaları atanlar, eğer Avrupa’da bu partiler iktidara gelirlerse verdikleri sözleri tutmak zorunda kalırlar. Demokrasilerde bu iş böyledir.
Bu hiç hayra alamet değil. İki açıdan değil. Birincisi; Türkiye açısından çok sakıncalı sonuçları vardır. Kamuoylarını ikna etmek giderek güç hale gelir. Muhtemelen bir kısımı ‘’öteki’’ derken Müslamanları kastederek bunları işleyecektir. Türkler dinlerini değiştirmeyeceğine göre, dolayısıyla bu olumsuzluğun üstünden Türkiye aleyhine bir süreç olacaktır.
İkincisi; kendi içlerindeki Müslümanlar, Romanlar yada kendilerinden olmadıklarını düşündükleriyle kalacaklar. Bu, daha da büyük bir sorun. Çünkü özgürlük ve insan haklarının en geliştiği yerde, bir anda istenmeyen insanların sayısında artış ortaya çıkacak. Muhtemelen çok dava konusu olacak, AİHM’den birileri çok para alacak. Ama siyaseten Avrupa Birliği’nin kredisini olumsuz etkileyeceği kanaatindeyim.
- Son dönemde yaşanan Ukrayna Krizi nedeniyle Avrupa enerji arzının güvenliği Avrupa’da –özellikle Almanya’da- tehlikede görünmekte. Putin’in Türkiye ziyareti de Avrupa Birliği’nde Türkiye ve Rusya’nın ‘’Batı karşıtlığı’’ olarak değerlendirilmektedir. Acaba sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
Ben bunu hiç öyle görmüyorum. Öyle görünmesinin Batı basınında yer yer arzu edildiğini tahmin ediyorum. Ama fiili sonuçlarının olacağını düşünmüyorum. Nedeni de şöyle: Çünkü bu Ukrayna Krizi, Avrupa Birliği’nin, özellikle Almanya’nın, Rusya ile ilişkisini sabote etmeye yönelik. Niye sabote ediliyor diye düşünülebilir, aynı zamanda İran ile ilişkisi de bir miktar sabote ediliyor diye söylenebilir. Enerji kaynaklarının batıya aktarılması konusunda Rusya cezalandırılırken, Almanya da cezalandırılmış oluyor. Bu, Ukrayna Krizi ile birlikte Avrupa Birliği ile ABD arasında serbest ticaret antlaşması yapılacak, onun kavgası sürüyor. Kıyametler kopuyor, bu antlaşmanın imzalanması için. Anladığımız kadarıyla antlaşmaya Avrupa, özellikle de Almanya ayak diriyor. Rusya ile arası bozulup da durgunluğa sürüklenmesi halinde Almanya’nın, Rusya’ya ne olursa olsun sonuçta enerjisi var, Amerika’ya yanaşacağı yönünde bir beklenti olduğu kanaatindeyim. Büyük ölçüde meseleyi, Ukrayna Krizi’nin, ben böyle görüyorum.
İkincisi, bir şartla kaynaklar Avrupa’ya gelebilir. O da güneyden gelebilir deniliyor. Dolayısıyla burada Yunanistan’ın, Fransa’nın, İtalya’nın bir desteklenmesi söz konusu. Yani Akdeniz’in, Akdeniz Havzası’nın desteklenmesi söz konusu. Almanya’ya da deniliyor ki, sen de yararlanmak istiyorsan bu Türkiye’nin üzerinden geçecek. Yani Türkiye’yi dışarıda bıraktığın takdirde, bu sağlıklı bir şey olmayacak. Aslında Rusya, Türkiye’yi Almanya’ya doğru iten bir durum yaratmış oluyor. ‘’Danışıklı dövüş müdür yoksa bunlar hesaplanıyor mudur’’ diye sorarsanız hesaplanıyordur. Çünkü politika böyle bir şey özellikle dış politika. Benim tahminimce Türkiye’nin kredibilitesini artırıcı bir etki doğuracaktır. Güney ülkeleri örneğin; Fransa, Türkiye’nin elinden tutmak için, kendince bir gerekçe bularak, ikna olmak için Almanya’ya baskı uygulayabilir. Daha projeler hayata geçmedi ama görünen o.
- Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde özellikle kamuoyunda sorulan klasik bir soru vardır.- Yetkililerce de dillendirilen bir soru- ‘’Türkiye ne zaman Avrupa Birliği’ne tam üye olacak’’. Acaba siz bu konuda kesin bir tarih verebilirsiniz? Türkiye’nin tam üyelik dışında başka bir hedefi sizce var mı?
Bu konuyla ilgili önce bir şey söylemem lazım. Türkiye dışında başka hiçbir ülkede üyelik süreci tartışılırken ‘’tam üyelik’’ diye bir terim kullanılmıyor. Hep Türkiye söz konusu olduğunda ve biz Türkler kullanıyoruz tam üye lafını. Demek ki ‘’yarım üyelik’’ diye bir şey olabileceği konusunda bir fikrimiz var. Üyelik, üyelik işte yani. Ya üyesindir, ya değilsindir. Niye biz hep böyle ‘’tam üye’’ lafı kullanıyoruz, tamamen üye olalım diye. Çünkü biz Gümrük Birliği nedeniyle biz arada bir yerdeyiz ya, toplumda bunun farkında herhalde. Bu nedenle ‘’külliyen ne zaman olacağız’’ diye bir beklenti var. Bir kere tam üyelik diye bir şey söz konusu değil. Çünkü yarımı yok bu işin.
İkincisi; keşke elimde sihirli bir küre olsa, ona baksam ve söylesem ama çok zor bunu söylemek. En azından siz soruyu çok güzel sordunuz. Çünkü yıllardır bana şöyle sorular soruldu: ‘’Hocam, bizi alacaklar mı?’’ Nereden bileyim! Yani devletler bilmiyor, en son bana söylerler. Söyleseler bugün bana, ben kamuoyuna bildiririm. Başka bir soru ise ‘’biz gireceğiz mi?’’ ‘’Yani böyle bir irade var mı, biz yapabilecek miyiz’’ diye. Siz sorunuz, nötr bir soru. Dolayısıyla ne zaman gerçekleşebilir durumu var.
O kadar fazla değişken var ki, tarih vermek çok kolay bir şey değil. Ama şöyle bir varsayımda bulunalım. Bütün müzakere başlıklarını açtılar, hiçbir siyasi engel kalmadı. Türkiye, Rum tarafının Katma Protokol’e dahil olduğunu da söyledi. Bütün hukuki engeller de bitti. Avrupa kamuoyu da gayet olumlu bakıyor, ‘’aman bu Türkler gelsin’’ diyor. Hakikaten varsayım yani. Tüm bunlara rağmen, Türkiye’nin bütün başlıkları kapatacak dönüşümü yapması için bence en az 7-8 yıl lazım. Sadece tarım ve çevre başlıklarının revizyonu için gerçekten Türkiye’nin zamana, paraya ve çok çalışmaya ihtiyacı var. Yani uzman yetiştirmeye, o dönüşümü gerçekleştirmeye ve o dönüşümden doğacak reaksiyonları bertaraf etmek için yöntemler geliştirmeye ihtiyacı var. Her şey yolunda gitse, Türkiye’de %100 bir arzu olsa, Avrupalılar ‘’Türkler olmazsa ne oluruz’’ diye kendilerini yere de atsalar bile, ben bunun en iyi çalışmayı göstersek de 7-8 yıldan önce olacağı kanaatinde değilim. Bakın her şey iki tarafta da iyi gitmesi halinde diyorum. Türkiye’nin ağır gittiğini düşünelim. Ama Türkiye’nin iradesini kaybetmediğini, Avrupa Birliği’nin de istekli olduğunu düşünürsek 10-12 yıl; Türkiye iyi gidiyor, bazı şeyleri yapıyor, Avrupa’da hala kararsız ise 20 yıl. Evet 20 yıl, çok uzun bir tarih söylediğimin farkındayım. Ama bir devlet evet diyor, diğeri hayır diyor. Konjoktür değişiyor. Dolayısıyla şimdiki gibi giderse küresel koşullar, dünyada olağanüstü başka bir şey olmazsa, Türkiye’yi Avrupa’ya itecek başka bir durum olmaz ise bu konjoktürde çok zor. Avusturya’yı nasıl ikna ederiz onu düşünüyorum. İkna olabilecek gibi bir şey değil. Mümkün olsa içlerindekini bile dışarı atacaklar. Bir de 80 milyon geliyor diye, akılları oynuyor. Gerçekten çok kolay bir öngörü değil. İnşallah yanılırım. Gerçekten yanılmayı isterim.