Fransızca başlığı “Débat- Rencontre: “Etre journaliste en Turquie: le coût de la vérité” olan ve 8 Şubat 2016 tarihinde Paris’te gerçekleşen münazaraya Hrant Dink’in eşi Rakel Dink, Can Dündar’ın eşi Dilek Dündar ve Uğur Mumcu’nun oğlu Özgür Mumcu katıldı. Söz konusu münazaranın giriş kısmı bu yazımızda aktarılmaktadır.
Dilek Dündar
Merhabalar, iyi akşamlar. Konuşmamı Türkçe yapacağım. Burada Rakel ve Özgür’ün arasında otururken ülkem adına utanıyorum. Hrant Dink ve Uğur Mumcu da gazeteciydi. Halkın haber alma hakkını savunuyorlardı. Fikirlerini her ortamda cesurca anlatıyorlardı. Ama öldürüldüler. Kitapları bomba gibi tehlikeli bulan zihniyetler, gerçek bombaları ve silahları kullanarak Uğur Mumcu’yu ve Hrant Dink’i imha ettiler. Ülkenin değerlerini yok ettiklerinin farkına bile varmadan… Ama olmuyor, fikirler yok edilemiyor. Bu sefer de Can Dündar ve Erdem Gül’ü tutsak aldılar. Tabii ki gazetecilikten değil, terör örgütüne yardım ve yataklıktan ve casusluktan. Ama iddianameyi hazırlayan savcı, bu suçlamalarına kanıt olarak elli iki köşe yazısı, iki yazı dizisi ve altı haberi ekliyor resmi evrağa ve yüzümüze bakabiliyor. Can ile Erdem’in davası artık yalan ile gerçek arasında bir dava. Türkiye’nin ne yana savrulacağını gösterecek bir dava. Hukuk mu kazanacak yoksa bir cumhurbaşkanının kişisel kini üzerine kurulu siyasi baskı mı kazanacak? Avrupa için de bir kavga bu. Mülteci krizinin üzerine kurulu. Ülkelerin menfaatleri mi kazanacak, Avrupa’yı Avrupa yapan insani değerler mi kazanacak? Demokrasinin güçler dengesini beğenmeyenler, şimdiden ayan beyan tüm güçlerin tek elde toplanmasını istiyor. Yaptığı toplantılarda kanunları boş verin diyebiliyor, hem de kamu görevlilerine yapıyor bu çağrıyı. Ben, yine de bunca ölüme, bunca cezaya rağmen Türkiye’den umudu kesmek istemiyorum. Başka memleketimiz yok. Gerçek yalana karşı kazanacak, hukuk siyasi baskıyı bertaraf edecek. İnsanlarımız gücün esiri olmayacaklar ve fikri hür vicdanı hür bir toplum olacağız. Bu hayalimden hiç vazgeçmeyeceğim. Teşekkür ederim.
Özgür Mumcu
Bu toplantıyı düzenleyen herkese ve Türkiye’de ifade ve basın özgürlüğüne destek olan herkese çok teşekkür ediyorum. Türkiye’de ifade ve medya özgürlüğünü konuşmak hep acılı şeyleri de konuşmak anlamına geliyor maalesef. Paris’te doktora tezimi yazıyordum, öğrenciydim. Babamın ölüm yıl dönümü için Ocak ayında Türkiye’ye gelmiştim. İlk önce İstanbul’a uğramıştım. İstanbul’da iken Hrant Dink’in ölüm haberini aldım. Bir refleks olarak doğrudan Agos’a gittim. Benim yıllar önce yaşadıklarımı yaşayan insanları ve aynı manzaraları maalesef izledim. Daha sonra Hrant Dink’in cenazesine katıldım ve oradan uçağa atlayıp Ankara’ya babamın ölüm yıl dönümüne de katıldım. “Herhalde” dedim o gün kendi kendime, “Türkiye’de ifade özgürlüğünü en iyi benim bu yapmış olduğum küçük yolculuk özetliyor”. Yıllar sonra bu geçtiğimiz haftalarda benimle beraber bin dört yüz kişi aynı dava ile Cumhurbaşkanı’na hakaretten dolayı yargılanmaya başladı. Duruşmadan sonra telefonum çaldı, babamın gazeteci bir arkadaşının oğlu beni arıyordu ve telefonu açtım. Ben de herhalde dayanışma mesajlarını iletmek için arıyordur diye düşündüm. Dedi ki “Özgür, haftaya benim aynı mahkemede aynı davadan var. Ne sordu sana hakim? Ne cevap vereyim?”. Dedim ki Türkiye’de basın özgürlüğünü özetleyecek demek ki maceraların sonu gelmiyor. Bunu anlattığımda başka bir arkadaşım aile hikayesini anlattı. Burada aslında bu hikayenin basın özgürlüğünden daha geniş bir soruna işaret ettiğini gördük. Dedi ki “Benim dayım küçük bir mafya lideriydi, yıllar boyunca kabadayılık yaptı, insanları yaraladı, kahvehaneleri taradı v.s. Babam ise solcu bir sendikacıydı ve bankacıydı. Yıllarca bankadaki sendikal faaliyetler için uğraştı. Toplamda babam, dayımdan iki kat daha fazla süre hapiste yattı”. Galiba bu da biraz Türkiye’yi özetliyor. Elbette, umutsuz olmamak lazım. Çünkü şöyle de bir durum var. Her şeye rağmen biz buradayız, yok olmayacağız. Bunların hiçbiri olmayabilirdi. Can Dündar o haberi yapmayabilirdi. Suriye’de ne olduğunu hiç de öğrenemeyebilirdik. Buna rağmen öğrendik. Amaç, sonuca vardı. Şu anda yaptığımız ve yapmaya devam edeceğimiz, hapishanedeki arkadaşlarımızı teker teker çıkartacağız. Daha sonrada onların haberlerini kaldıkları yerden yapmaya devam edeceğiz. Dilek Dündar’ın da çok iyi söylediği gibi, gerçek ile yalan arasında bir savaş var ve bizim tarafımız belli. Doğru taraftayız. Haklı olan biziz ve sonunda da biz kazanacağız. Çok teşekkür ediyorum.
Rakel Dink
İyi akşamlar. Hepiniz hoşgeldiniz. Ben gerçekten çok duyguluyum. Bir araya geldiğimiz zaman çok yoğun duygular içerisindeyiz. “Kadirnaz” diye bir kelime var eski Türkçe’de. Ben de eskiyim gerçi. Ama bu kadirnaz eyleminiz, anma törenleri gerçekten çok anlamlı. Sevdiklerimizi putlaştırmadan da onların acılarına, onların sevinçlerine ortak olmaya vesile oldukları için duygulanıyoruz. Hem onların mücadelesine hep birlikte ortak oluyoruz hem de onların dokundukları konulara biz de dokunmaya devam ediyoruz. Onlarla aynı konuda paydaş oluyoruz. Onları daha iyi anlamayı öğreniyoruz ve biz de bir şekilde büyüyoruz ve birbirimize dokunuyoruz. Onun için tekrar teşekkür ediyorum burada bulunan tüm arkadaşlar için. Hepimiz doğduğumuz ülke için övünmeyi isterdik. Gerçekten o kadar çok acı yaşanıyor ki, biz arkadaşlarla konuşurken seviniyoruz bazen hapse girdikleri için. Bu biraz trajik bir durum, ama gerçekten öyle. Çünkü tarih boyunca görüyoruz, faili meçhul cinayetler aslında faili belli cinayetlerdir ama o kadar çoğaldı ki hani derler ya buramıza kadar dolduk, yeter demek geliyor içimizden. Sevgili dostlar, aslında buraya gelirken çocuklarla ilgili küçük bir risale vardı çantamda onu okuyordum. Birkaç cümle ile sizlerle paylaşmak istedim. Çünkü konumuzla çok alakalı olduğunu düşünüyorum. İnsan hükümranlığına girmek için çocuğa benzer olma gereğini niçin vurguladı. Onlara benzer olma çağrısı nasıl anlatılabilirdi. Çocuğun aklı, soruları ve gerçekleri araştırarak bulmanın örneği ve yöntemidir aslında. Yani yaratan düşünen akla araştırma, bulma yeteneğini vermiş. Filozofların babası Sokrates demiş ki, dikkatle araştırılmayan yaşam, yaşanmaya değmez. Ama maalesef günümüzde çocuk ölümleri, çocuk tacizleri, devlet destekli istismarlar dahi devam etmektedir. Bu birkaç cümleyi neden söylemeyi uygun gördüm, çünkü gerçekten insan aklı çocukluktan itibaren gördüğü, duyduğu, öğrendiği şeyleri sorgulamaya devam ediyor yaşam boyunca. Biz Ermeniler olarak hem geçmişimiz, hem yaşantımız, hem korkularımız açısından, tehditlerle ve konuşmadan yaşamak, kendini hem korumak hem de bulunduğun kimlikte yaşama zorunluluğu ve mücadelesini sürdürmek durumundayız. İslam’a dönerek yaşamaya başlayanlar saklı kalmışlar ve bugün bazı torunlar tek tek ortaya çıkıyorlar. Bu yaşanılan korkular tabii ki bizim çocukluğumuzu da etkilemişti. Agos’un ortaya çıkışı, bu korkuyla yaşarken artık bir yerde yeter demenin başlangıcıydı. O söylenen küfürlere en azından haberdarız, gücümüze gidiyor demek, yanlış haberleri düzeltmek, biz de buradayız, bizim düşüncelerimizi de öğrenin, anlayın anlamında bir yola çıkıştı Agos. Eşim, elbette gözü kara olma kararlılığıyla da söylenmesi gerekenleri biliyordu ve söyleme zorunluluğunu yaşadı. Mesela Sabiha Gökçen haberinden sonra, o kadar tehdide maruz kaldı ki, insandı, o da korkuya kapıldı. O korkulara rağmen vazgeçmek istemedi. O yolda yürürken Türkiye’nin demokratikleşme konusunda yolunun açılmasında büyük umutlar besledi. Maalesef inkarcı politikanın devamı olarak bu sonuca geldik. Yani inkarcı zihniyet aslında değişmedikçe bugün yaşanılanlara cevap bulmak biraz zor. Ben bu basit aklımla diyorum ki, 2015 yılı 1915’in yüzüncü yılı, bu kadar kargaşa, bu kadar ölüm, bu kadar Türkiye’yi karıştıran konular 1915 konuşulmasın diye mi çıkardılar diye düşündüm. Gerçekten hiç konuşulmadan geçti gitti 2015 yılı ve sanki 1915’ geri dönülmüş gibi bir hal var Türkiye’de. Çok sert ve çok anlaşılmaz bir dil, Tanrı yardımcımız olsun. Dileriz öldürülenler çoğalmaz. Özellikle ifade özgürlüğü için mücadele edenler. Teşekkür ederim.