İnovasyon, yaratıcılık ve değişim… Son birkaç yıldır kimsenin ağzından hiç düşürmediği üç kelime. Bu üç tema üzerine üniversitelerde dersler veriliyor, yüksek lisans derecesinde ayrı bir disiplin olarak okutuluyor, hakkında konferanslar düzenleniyor. Özellikle iş dünyasında herkes; inovatif ürün tasarlayabilmek, daha yaratıcı çözümler bulabilmek ve teknolojinin getirdiği değişim rüzgarını yakalayabilmek istiyor.
Hepimiz yaratıcı ve değişime ayak uydurabilen bireyler olmak istiyoruz fakat bu nasıl olur, pek bilmiyoruz. Üniversiteler, yaratıcı bir fikrin varsa bunu nasıl yeni bir girişime dönüştürebileceğini öğretiyorlar fakat yaratıcı bir fikir nasıl geliştirilir müfredat dışı. Şirketler çalışanlarından inovatif ürünler ortaya koymalarını bekliyorlar ama çalışanlarının yaratıcılıklarını arttıran bir çalışma ortamı onlara sunamıyorlar. Peki, gerçekten nasıl ve hangi ortamda daha yaratıcı olabiliriz?
Kırılganlık Ne Demek?
TED Konuşmaları’nı biliyorsunuzdur. Bilmeyenler için, “Paylaşmaya Değer Fikirler” sloganıyla; dünyanın dört bir yanında, farklı alanlarda bilgi sahibi olan kişilerin düşüncelerini paylaştığı bir platform. Dünyanın en büyük fikir paylaşım ortamı da diyebiliriz. TED Konuşmaları arasında en çok izlenen konuşmacılardan biri olan Brené Brown, bir konuşmasında; kırılganlığın inovasyon, yaratıcılık ve değişimin doğum yeri olduğunu söylüyor. “Bir şeyi yaratmak, daha önce var olmamış bir şeyi yapmak demektir. Bundan daha kırılgan bir şey yok.” diyor. Değişime adapte olabilmek, tamamen kırılganlıkla ilgili diye de ekliyor.
Peki kırılganlık ne demek? Çoğu insan kırılganlığı ve zayıflığı eş anlamlı olarak görüyor. Aksine kırılganlığa sahip olmak, cesarete sahip olmak demek. Çünkü kırılgan olmak; başkaları tarafından görülmeye izin vermek, dürüst olmak, sahici olmak demek. Kendimizin gerçekten görünür olmasına izin vermek… Sahiciliğin sonucu olarak; olmamız gerektiğini düşündüğümüz kişiyi bırakmak ve olduğumuz kişiyi kucaklamak demek. Bizi kırılgan yapan şeyin aynı zamanda bizi güzel yaptığını bilmek demek. Kusurlu olma cesaretine sahip olmak, bu yüzden önce kendimize ve sonra diğerlerine karşı yumuşak olma merhametine sahip olmak demek. Hiçbir garantisi yokken bir şeyi yapmaya gönüllü olmak, sürüp sürmeyeceğini bilmediğimiz bir ilişkiye yatırım yapabilmek demek. Bundan dolayı kırılganlık; duygusal risk, dış etkenlere açıklık, belirsizliği kucaklayabilmek. Yani günlük hayatımızın yakıtı.
Korku Kültürü
Aslında oldukça kırılgan bir dünyada yaşıyoruz ve ihtiyacımız olan tek şey anlayış. “Yaptığımızın insanlara bir etkisi olmadığını farz ediyoruz. Bunu kişisel yaşamlarımızda ve kurumsal alanda da yapıyoruz. Sadece hakiki ve gerçek olmaya, ‘Üzgünüz, düzelteceğiz.’ demeye ihtiyacımız var.” Bu yüzden kırılganlığa izin veren, kendi olma cesareti gösterenleri destekleyen, hepimizin kusurlu varlıklar olduğunu bilerek hatalara parmak sallamak ve suçlu aramak yerine; hataları hep birlikte kucaklayan ortamlar ve kurumlarda inovasyon ve yaratıcılık gelişiyor. Çünkü böyle ortamlarda insanlar; fikirlerini paylaşma cesaretini gösterebiliyorlar, fikirlerinden dolayı yargılanmayacaklarını, suçlanmayacaklarını biliyorlar. Eğer hatalar yapıldığı zaman bu hataları, hata olarak görmeyip “alınan dersler” olarak kucaklayabilen bir kültür varsa orada yaratıcılık ve değişim gelişebiliyor. Bu kültürdeki yöneticiler ve bireyler, sadece kendi problemlerini değil; başkalarının problemlerini de sahipleniyorlar ve hep birlikte bu problemleri çözmeye çalışıyorlar.
Hatalara parmak sallamak ve suçlamak ise utanç yaratıyor. Utanç ise korku. Korku ortamında insanlar risk almak, fikirlerini paylaşmak istemiyorlar. Bu da inovasyonu ve yaratıcılığı öldürüyor. Eğer hatalara anlayışla yaklaşmak yerine aşağılama ile yaklaşırsak, utanç kurum kültürü içine sızmaya başlıyor. Kimse utanç duymak istemediği için kendi olma ve fikrini paylaşma cesaretini gösteremiyor. Bu durumda, şirketi veya kurumu geleceğe taşıyacak inovasyon ve yaratıcılık da yok oluyor. Aslında şirketin ve kurumun geleceği yok oluyor.
Brené Brown, utancı “kusurlu olduğumuza ve bu nedenle sevgiye ve aidiyete layık olmadığımıza inanmanın aşırı derecede acı veren duygusu” olarak tanımlıyor. Hikayemizi, olduğumuz kişiyi veya gerçek düşüncemizi paylaştığımız zaman, yani kendimiz olduğumuz zaman insanların bizi değersiz bulacağına dair inancımızın kökeninde utanç var. Utanç, tamamen korkuyla ilgili. Sevilmeme ve dışlanma korkusu.
Korku Kültürü’nü Nasıl Aşabiliriz?
Utancın panzehri ise empati. Eğer hikayemizi, olduğumuz kişiyi anlayış ve empati ile karşılayan biriyle paylaşabilirsek utanç ortadan kalkıyor. Bu yüzden kurumlarda başarısızlığa bağlı korku ve utancı ortadan kaldırmak çok önemli. Başarısızlığa ya da hatalara farklı yaklaşmak ve gelişim alanları olarak görmek gerekiyor. Çünkü hatalar, yeni bir şey yapmanın kaçınılmaz bir sonucu. Bu nedenle değerli olarak görülmeli, hatalar olmadan özgünlüğümüz olmazdı.
İnovasyon, yaratıcılık ve değişim. Gelecekte yer alabilmek için yakalamamız gereken bir tren. Bu treni, mevcuttaki korku kültürü ve geleneksel hiyerarşik ilişkileri koruyarak yakalayamayız. Aksine korku kültürünü bırakıp; insanların kendilerini oldukları gibi ifade edebildikleri, düşüncelerinden dolayı yargılanıp aşağılanmayacaklarını bildikleri ortamlar yaratarak yakalayabiliriz. Kırılganlığı kucaklayabildiğimiz ölçüde yaratıcıyız.