17 C
İstanbul
Perşembe, Nisan 18, 2024

Kalıplar Şehri- Camille Valentin

Camille Valentin, yaratı sürecinde kendisine limit koymayı sevmeyen Fransız asıllı bir sanatçıdır. Sanatındaki kavramsal yaklaşımı, yaşamı ve dünyayı kendi değerlerine göre algılayan, değişik kültürleri ve inançları olan toplumları farklı bakış açılarıyla değerlendirme imkânı sunmaktadır. Bununla beraber, bize kendi dünya görüşünü yansıtan sanatçı, kitle bilincinin hayatı yorumlama şekline, hatta bütün bir kimlik düzeneğinin kolektif bilinçaltı yaşamına ışık tutmaktadır.

Kalıplar Şehri ismini verdiği enstalasyon çalışmasında, seramik ve heykel atölyelerinde, kendi hallerine terk edilmiş olan alçı kalıpları malzeme olarak kullanmıştır. Bu kalıplar, Valentine’e göre herhangi bir şehrin binalarını tanıtmaktadırlar. Çıkış noktasında hepsi aynı kalıptan gelme ve birbirinin tekrarı olan binaların her biri, parasal ilişkilerin dayattığı ticaret değerine olan bağımlılığı gözler önüne sermektedir. Bununla beraber, çalışmasında ‘kalıp’ düşüncesinin özsel niteliğini baskıyla ilişkilendirerek ifade ederken; günlük yaşamda, geleneklerin ve alışılagelmiş düşünce şekillerinin baskısını çıkartan bir olguyu işaret etmektedir. Bahsi geçen bu model, hayata preslenirken, kolektif bilinçaltı ağı ile insana işlenerek kitle bilincini biçimlendirmektedir.

Sanatçı, eserin oluşum aşamasında, tıpkı şuuraltısal yaşam formunda olduğu gibi; boş-dolu ilişkilerini ve yapıların biçimsel niteliklerini kullanarak kendisine has işleyişi olan akışkan bir armoniyi canlandırma girişiminde bulunmuştur.

Valentin’in görüşüne göre toplumlar, bir mezar taşına benzeyen düşünsel kalıplar yaratmaktadırlar. Bu noktada dikkatini çeken ve kendisini şaşırtan durum, toplumların bunu dışarının zoruyla değil bilinçli olarak yapıyor olmalarıdır. Her toplum, kendisine sınır koyan ve düşünmesini kısıtlayan demir parmaklıkları inşa ederek bunu kendi öz değeri olarak sahiplenmektedir. Özellikle bu noktada iyelik mantığı ön plana çıkmaktadır. Sahibiyet, içerisinde oturulan evler gibi, insanları tekdüzeleşmeye terk edildikleri ve üzerine isimlerinin tıpkı bir kalıp gibi kazındığı mezarlara sokmaktadır. Söz konusu bu iyelik, toplumsal kimliğin yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır.

City of Mold isimli çalışması, kalıp-binaların oluşturuldukları espasın varoluş şeklini bizlere ifade etmektedir; inşanın yapıldığı mekân, betonarme kutulardan oluşan materyal bir kurulum değil, düşünsel bir ortamda gerçekleşen ve devinmekte olan yapısallaşma durumudur. Dünyanın nesneler ile değil, olgular ile inşa edilmiş olduğuna dikkati çeker. Bilinçaltsal yapısallaşma durumunun, insanın ister istemez maruz kaldığı ve gelenek görenek ismini verdiği temsiller düzeneğiyle olan yakından ilişkisi, eserlerin sergilendiği düşünsel mekânın sağladığı olanaklarla su yüzüne çıkartılmaya çalışılmıştır. Toplumsal üretim psikolojisinin insanı bir tüketim malzemesi haline getirişi, her bir bireyin bu anlayışa hizmet ederek kendisine sınır çekmesine neden olmaktadır. Söz konusu sınırlamanın, insanlar-arası kişiselleşme ile (Trans-İndividualisation) işleyişini sürdüren kitlesel bilinçaltı yaşamında gerçekleşme durumu; Kalıp şehrin açığa çıkartarak eleştiriye yöneltmek istediği olgulardan bir diğeridir. Burada verilmek istenen mesaj; insanın, kendisini, kendisi farkında olmadan bir tüketim malzemesi olarak yeniden inşa ettiğidir. Dolayısıyla, Kalıp-şehir, eleştiri ve soruşturma yeteneğinden mahrum kalmış olan bir mezarlığa benzetilirken, bunun ölü oluşu ifade edilmeye çalışılmıştır. Gelenek ve görenek olarak algılanan kalıp, endüstriyel yollardan üretilen bir ürün olmasına karşın, sahipleniş ile doğallığına kavuşarak insana has olmuştur. Başka bir deyişle, kimlik değerini alarak vatandaşlığa geçirilmiştir. Bu noktada kalıbın, yeniden-üretim olgusu ile ilişkili olarak yaratıcılığı öldürdüğü ve kişiyi sınırladığına dikkat çekilmiştir. Varılan sonuçta ortaya çıkan durum; Bizlerin yaşamı ve dünyayı algılayışımızın daha öncesinden kalıba dökülmüş olduğudur.

Valentin, aynı bağlam içerisinde değerlendirdiği platonik yaklaşımda, felsefecinin mağara alegorisini ele almıştır; duvarda oynayan gölgeleri toplumun hazır geleneksel kalıplarıyla ilişkilendirirken, gerçeklik anlayışlarını bu yansımalar üzerine kuran prehistorik insanları tüketim toplumuna benzetmektedir. Mağaradaki bireyleri birbirine bağlayarak hareket etmelerini engelleyen zincirleri ise kolektif bilinçaltı ile özleştiren sanatçı; bu bağı kırarak arkasına dönebilen kişiyi (acı çekerek ışığı “gerçekliği” görebilen ve gölgelerin yansıma sonucu ortaya çıktığını anlayabilen insan) dönüşümü gerçekleştirebilen felsefeci olarak algılamaktadır. Bu noktada; sanatçının aynı zamanda bir felsefe insanı olarak, pratiğini yaptığı şeyden dolayı, kalıp-toplumun programlanmışlığından bağımsızlaşarak otomatikleşmiş temsiller düzeneğinden ayrılışı ile kendisine ve içerisinde yaşadığı topluma dışarıdan bakabilme yetisine sahip olduğu ifade edilmiştir.

Varılan yerde, varoluşun farklı bir boyutu göze çarpmaktadır; kölelik. Tekrarın, tekdüzeleşmenin ve yozlaşmanın kölesi olma durumunda, okyanusun ortasına havuz inşa eden, ormanın içinde bahçe yapan insan, kendisini demir parmaklık gibi kapatan sınırlarına hizmet ederek aynı kısır döngüye hapsedilmiştir.

Efe SEMBOL

SON YAZILAR
İLGİLİ HABERLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.