10.7 C
İstanbul
Cuma, Aralık 6, 2024

İnsanlar ve Rejimler

Siyasiler, devleti yöneten mühim kadrolar, devlet ve toplum hayatını şekillendirecek kararlar alırlar. Alınan kararların etkileri hem bugünümüze hem de yarınlarımıza sirâyet eder. Toplum olarak günbegün belki bilerek belki de bilmeyerek tepedeki işleyişin bize dayattıklarıyla yahut lâyık gördükleri  imkânlarla nefes alır nefes veririz.

İnsan elbette özgür bir varlık. Fakat bu özgürlüğün sınırlarının olduğu hepimizin mâlûmu. İnsanlığın özgürlüğünü sınırlandıran en önemli mekanizma devlet. Tunç Devri’nden itibaren devlet denilen mekanizmanın insan hayatında yeri var. Mezkûr siyasi örgütlenme doğuş ve emekleme çağında ‘site’ denilen kent merkezli yapıyı ihtiva ederken, zamanla olgunlaşarak daha geniş topraklara ve daha çok şehre hükmeden yapılar haline geldi. Siyasi örgütlenmeler, zirve noktasına ise imparatorluk yönetimleriyle ulaştı.

İlk çıkış noktasından hareketle devlet sacayağına dayanır: Siyaset, hukuk ve iktisat. Siyasi gücü elinde tutan politikacılar, üretmiş oldukları politikalarla hüküm sürdüğü sınırlarda insan hayatını tanzim eder. Bu noktada atılacak her adım, toplumu doğrudan ilgilendirir. Bundan dolayı, siyasilerin aldığı her karar adalet temelli inşa olunmalıdır.

Tarih öncesi devirlerden günümüze devlet yapılarını incelediğimizde hükümdarların gücünü sınırlandıran yapıların olması devlet ve toplum hayatında her zaman ferahlığı getirmiştir. Örneklendirecek olursak Hititler’ de asillerden oluşan Pankuş Meclisi; başkomutan, başrahip ve başyargıç yetkilerini şahsında toplayan kralı uygulamalarından dolayı denetleyebilir gerekirse yargılayabilirdi. Roma İmparatorluğu’nda soylulardan oluşan Senato (yaşlılar meclisi) kralı sınırlandıran önemli bir erkti.  Son olarak Osmanlı İmparatorluğu’na baktığımızda Halil İnalcık, padişahın otoritesini sınırlayan unsurları şöyle sıralıyor: “İslâmî şeriatı temsil eden ulema, yükselme dönemine kadar uc/serhad  bölgelerindeki ırsi bey aileleri, örfî kanun rejimi, yerleşmiş bürokratik kurallar.” Tabii ki  devleti yönetenlerin gücü  tamamen ortadan kalksın; kanunları, kuralları, sınırlamaları rafa kaldıralım; insanlar ülke topraklarında sınırsız özgürlüklerle yaşasın demekte gerçeklikten uzaklaşmamız anlamına gelir ve ayakları yere basan bir yaklaşım olmaz. İşte tam bu noktada Cemil Meriç’in otorite ve hürriyet üzerine tespitleri çok kıymetli bir yer teşkil ediyor: “Otorite ve hürriyet.. politikayı özetleyen iki zıt mefhum. Çatışıyorlarsa toplum rahatsızdır, aralarında ahenk kurulmuşsa mutludur. Otoriteyi yıkmak anarşiye yol açmaktır. Hürriyeti kaldırmak, toplumu bir veya birkaç kişinin sömürüsüne terk etmektir. Demek ki insanlar ne hürriyetten vazgeçebilirler, ne de otoriteden. Ama bir hakikati de unutmamalıyız: Hürriyet’in tek desteği var: Hak. Otorite hem kuvvete dayanır hem de hileye. Yani hürriyet daima tehlikededir. Hürriyet tarihin hiçbir çağında tam olarak gerçekleşmemiştir. Çünkü hükümetler için ayak bağıdır. Hiçbir hakkı olmayan, baştakilerin her yaptığını kerem sayan insanları yönetmek ne kadar kolay. Otorite, hürriyetin anadan doğma düşmanı. Hürriyetten yana olanlar, ferdin haklarını kabul ettirmeye bütün güçleriyle çalışmalıdırlar.” Cemil Meriç’in “baştakilerin her yaptığını kerem sayan insanlar” tespitinden mülhem Türk toplumundaki baştakini ilahlaştırma, kutsiyet atfetme meselesine biraz değinmek icap ediyor. Orta Asya’da ortaya çıkan ilk Türk devletlerinden, Türk-İslam devletlerinin ortaya çıkışına kadar olan süre zarfındaki devletlerimizin hükümdarları tahtlarının meşruiyetini Tengri’ye dayandırmış, onun verdiği Kut’la ülke topraklarını yönetme iradesini ortaya koymuştur. Tabii böyle bir otorite karşısında halk yöneticiye tam sadakatle bağlı olacak  yaptıklarını sorgulayamaz tavrına bürünecektir.  Türk-İslam devletlerine gelecek olursak; özellikle hilafet müessesesini elinde bulunduran devletlerde hükümdar, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (padişâh-ı ruy-ı zemin zillullah-i fi’l arz) vasfını taşıyordu. Yaratıcı tarafından yeryüzünü yönetmeye seçilmiş mutlak güç. Yönetilen nasıl olacak da kutsalla sarılıp sarmalanmış böyle bir iradeye aksi tutum sergileyecek. Sorgularsan, eleştiri getirirsen, yaratıcının dünyayı yönetmek için  seçtiği kişiyi sorgulamış, eleştiri getirmiş pozisyonuna düşersin. Acaba Kur’an-ı Kerim’de hükümdar otoritesine karşı insanların yaklaşımı nasıl olmalıdırın cevabı var mı diye baktığımızda Nisa Suresi’nin 59.ayeti tam da burasıyla ilgili. Söz konusu ayet-i kerime   şöyle diyor: “Ey iman edenler! Allah’a itâat edin, peygambere itâat edin, sizden olan Ulu’l Emr’e de.” Ayetten anlamamız gereken, Ulu’l Emr’in başında itâat edin kısmı tekrarlanmamış. O halde hükümdarların itâat edilme  noktasında Allah ve Resulü gibi olmadıkları, verdikleri emirlerin sorgulamaya açık olduğu, uygulamaları meşru olmadıkça kendilerine itâat edilmeyeceği şeklindedir. Zaten aksi halde sadece Allah’a tapınması gereken insanoğlu, kulada tapınma alanı açmış olarak bir nevi şirk çemberinin içine girmeyi yeğlemiş belki de çoktan esfel-i sâfilinde en güzel köşeyi kendine ayırmıştır.

İnsanların mutlaklaştırılması, sorgulanamaz pozisyonlar elde etmesi beraberinde zaman içinde totaliter rejimleri getiriyor. Hükümdar elindeki gücün imkânlarını alabildiğince kullanıyor ve XIV. Louis gibi “Devlet demek ben demektir” boyutuna kadar işi götürebiliyor. İnsanoğlu frenlenmediği takdirde fıtraten elindeki gücü sınırsız şekilde kullanmaktan imtina etmemiştir. Tarih bu noktada birçok örnekle dolu. Devleti idare eden yöneticiler, kendilerini devletle eşdeğer tutma iradesini göstermeye cüret edebiliyor. Acaba muktedirlerin işi, bu noktalara taşımasında toplumu oluşturan bireylerin hiç mi sorumluluğu veya suçu yok? Acaba insanlar kendi yaratmış olduğu imkânlarla mı tepedeki otoriteyi sorgulanamaz hale getiriyor?

Peki bugünün Türkiye’sine geldiğimizde katettiğimiz bir mesafe var mı?  Halil İnalcık Hoca Türkiye’nin temel sorununu; “patrimonyal adetlerini bir kenara bırakıp modern devlet yapısına bürünememesi” olarak açıklar. Nedir bu patrimonyal âdetler? Devlet kurumlarının değil, muktedirlerin etrafında gücün toplanması ve bunun yanında gücü elinde tutanlara yaratıcıvâri tavır takınılması. Osmanlı Devleti’ndeki bayramlaşmalar biraz bize ipucu verebilir.  Bayramlaşmalarda devlet adamları tek tek sıraya girip padişahın tahtından sarkıtılan halı saçaklarını öperdi. Seremoninin muhteviyatı, itaat ve bağlılık ne kadar güzel tatbik edilir bize güzelce yansıtıyor.

Bugün alışkanlıklarımızda veya bağımlılıklarımızda ne kadar değişiklik yapabildik? Devlet yönetiminde söz sahibi olan politikacılar acaba padişahın halısının saçağını öpmeyi rahmet sayan vükeladan farklı bir tavır takınabiliyorlar mı? Liderlerine ne kadar eleştiri getirebiliyorlar? Sorgulama kültürü onların hanesine girebilmiş mi? Yoksa onlarda saçak öpme yarışında mı? Büyük kısım kendi çıkarları doğrultusunda itaat ve bağlılık yemininin tutsağı. Anlaşılıyor ki insanoğlu bu hastalığından kolayca vazgeçecek gibi de değil. Her birimiz bir birey olarak şu soruyu kendimize sormalıyız? Güçlünün yanında mı yoksa haklının, hakkın yanında mı saf tutacağım? Mesele birazda bundan ibaret değil mi?

SON YAZILAR
İLGİLİ HABERLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.