ÖZET
İbn Haldun, içerisinde yaşadığı dönemi, ünlü eseri Mukaddime’de ilk kez kendisinin keşfettiğini ileri sürdüğü ilmi umran ile gözlem altına almıştır. Pek çok araştırmacı tarafından sosyal bilimler metodolojisinin kurucusu olarak ilan edilen İbn Haldun, toplumsal olgulara metafizik ve dinden bağımsız bir şekilde filozofların mantıksal çıkarımlarını eleştirerek, natüralist bir tutumla yaklaşmıştır.
XIV. Yüzyıl Kuzey Afrika’sının bedevi ve hadari cemiyetlerini gözlemleyen İbn Haldun, maddi temele dayalı sosyo-siyasal nitelikli bir doktrin oluşturmuştur. Bu teorinin en önemli yönü şüphesiz, toplumsal yapı, kurum ve olguların sistematik olarak umran bilimi potasında eritilmesinden gelmektedir.
İnsan topluluklarını da tıpkı insan organizması gibi canlı birer yapı olarak gören İbn Haldun, toplum kuramını çevrimsel teoriler yörüngesinde boyutlandırmıştır. Bu çevrimsel teorinin temelinde evrim düşüncesi yatmaktadır. Değişen maddi koşullara paralel olarak, toplumsal yapıyı oluşturan etkenlerden her birinin aynı zamanda kendisini yok edecek potansiyeli de içerisinde barındırdığı düşüncesi İbn Haldun’un diyalektik anlayışına işaret etmektedir.
İbn Haldun’a göre tüm siyasal yaşam sonu olmadan tekrarlanan devrelerden oluşmaktadır. İleri seviyede medeniyete ulaşmış bir toplumun iç ve dış parçalanma eğilimi göstermesiyle birlikte, eski toplum biçimi olan kandaş toplumlar tarafından yok edilmesi kaçınılmazdır. Ancak İbn Haldun, medeniyetin parçalanmasını bir geriye gidiş, bir çöküş olarak değerlendirmemiştir. O yalnızca, kandaş toplumun tekrar egemen olmasının önünü açan maddi ve ahlaki nitelikli bir toplumsal çözülmeden bahsetmiştir.
Anahtar Sözcükler: İbn Haldun, Ekonomi, Sosyoloji, Asabiyet, Umran
ABSTRACT
Ibn Khaldun observed the period that he lived in by means of umran science which he claimed that he himself discovered it for the first time in his work “the Muqaddimah”. Ibn Khaldun, considered as the founder of social sciences methodology by many researchers, approached the state of affairs with a naturalistic manner by criticising the philosopher’s logical inferences independently of metaphysic and religion.
Ibn Khaldun who observed the North African bedouin and hadar societies of 14th century formed a socio-political doctrine based on the materiality. The most significant aspect of this theory is no doubt the systematical analysis of social structure, institute and state of affairs in the context of umran science.
Ibn Khaldun who considered human communities as a living system like human organisms designed his theory of society within the scope of cyclical theories. Behind this cyclical theory does evolution thought lie. In parallel with the changing financial conditions, it points out Ibn Khaldun’s dialectical understanding that he thinks each of the factors forming social structure also contains the potential to destroy itself.
According to Ibn Khaldun, the whole political life is composed of the periods echoing endlessly. After the deterioration by local and foreign forces, it’s inevitable for the contemporary civilizations to be destroyed by the old-formed, consanguineous societies. Ibn Khaldun, however, didn’t regard the deterioration of a civilization as a collapse. He just mentioned about a material and moral qualified social disintegration paving the way for re-prevalence of the consanguineous society.
Key Words: Ibn Khaldun, Economy, Sociology, Asabiyet, Umran
GİRİŞ
VII. yüzyılda Hz. Muhammed yönetiminde Medine’de kurulan ilk İslam Devleti, Hz Muhammed’in ölümünden sonra Dört Halife Dönemi ve hemen akabinde Emevi Hanedanlığı komutasında, ticari, askeri ve siyasi hamlelerle büyük ilerleme kaydederek, Arap Yarımadası, Mezopotamya ve Mağrip’i de kapsayan geniş bir coğrafyaya yayılmıştı. Abbasi devriminden sonra İspanya’ya kaçmak zorunda kalan Emeviler, VIII. yüzyılda İspanya’nın en büyük şehirlerine hâkim olarak, burada yaklaşık üç asır hüküm sürecek olan Endülüs Emevi Devleti’ni kurdular.
Haldunoğulları ailesinden Haldun bin Osman, İspanya’nın fethinden hemen sonra Hadramut’tan Endülüs’e giderek Karmûne (Carmona) kasabasına, oradan da İşbiliye (Sevilla)’ye yerleşmişti (İbn Haldun, 2011, s.17). Handunoğulları, Endülüs’te çıkan çeşitli isyanların sevk ve idaresine tayin edilmişler ve bu görevi başarı ile tamamlamaları neticesinde, İşbiliye’nin emirliğine hâkim olmuşlardı. Böylece Haldunoğulları ailesi, siyasi ve idari işlerde önemli makamlarda bulunmuş, ülkenin hatırı sayılır aileleri arasına girmişlerdir.
İbn Haldun’un ataları, Endülüs’te, ilim, siyasi ve idari işler başta olmak üzere pek çok alanda önemli bir konuma sahiptiler. Ancak İslam Medeniyeti’nin gerilemeye yüz tutmasıyla Endülüs, Hristiyanlarca fethedilmiş, Haldunoğulları, Tunus’a dönmüşlerdir. İbn Haldun, İslam Medeniyeti’nin en parlak dönemlerini geride bıraktığı bu dönemde, Kuzey Afrika’nın önemli sahil kentlerinden biri olan Tunus’ta 1332 yılında dünyaya gelmiş, burada 20 yaşına kadar yaşayarak, ilahiyat ve hukuk öğrenimi görmüştür. Sonrasında yaklaşık 30 yıllık bir süreçte Kuzey Afrika, Endülüs ve Tunus’ta dolaşmış, hukuki, askeri, diplomatik ve politik görevlerde bulunmuş, yaşamının son 24 yıllık süresini ise Mısır’da geçirmiştir. Burada kendini daha çok hukuki ve ilmî faaliyetlere vermiştir.
Aktif politika hayatında, sır ve inşa kâtipliği [1], vezirlik, sadrazamlık, elçilik gibi önemli idari görevlerde bulunmuş, medreselerde eğitim vermiş, bu süreçte, iki yıllık bir hapis hayatı yaşamış, çeşitli sıkıntılarla boğuşmuş ancak tüm bunlara rağmen ilmi faaliyetlerini aksatmamış ve büyük eseri El-İber’ i vücuda getirmiştir.
Onun yaşadığı dönemde İslam coğrafyası, özellikle Mağrip, derin bir siyasi bunalım içerisindeydi. İbn Haldun’un, sosyo-politik düşüncelerinin oluşmasında şüphesiz ki, onun bu hareketli yaşamının çok büyük etkisi vardır. Özellikle Kuzey Afrika İslam Devletleri’ndeki siyasi bunalımın derin yaşandığı bir dönemde, klasik felsefe geleneğinin, toplumun temel problemlerine çözüm getiremeyişine karşın yeni bir teori ortaya atmıştır. O derin gözlemlerinden yararlanarak, hanedanlıkların ortaya çıkışını, siyasal niteliğini, gelişimini, çöküşünü ve bu çöküşü hazırlayan etkenleri, toplumsal düzenin temellerini, bu düzenin nasıl sağlandığını, kısaca insan topluluklarına özgü her türlü olguyu açıklamayı amaçlamış ve sosyo-politik doktrinini bu temeller üzerine inşa etmiştir. Antikiteden beri filozofların, toplumu ve evreni anlamada kullandığı temel araç olan metafiziği, kesin bir veri ortaya koyamamasından dolayı reddetmiş, onun yerine kendisinin “yeni bilim” olarak adlandırdığı “ilm-i umrân” ı teorisinin temeline oturtmuştur.
İbn Haldun Mukaddime’sinde daha önce hiç kimsenin üzerinde böylesine bir araştırma yapmadığı, yeni bilim olarak adlandırdığı ilmi umrânı, toplumun tarihsel iç yüzünü ortaya çıkarmak üzere kurmuştur. Umran bilimi ile toplum ve topluma dair olan tüm kurumların açıklanması ve bu yöntemle toplumsal yaşam ile tarihe yön veren yasaların keşfedilmesi amaçlanmıştır. Umran, en geniş anlamıyla “kültür bilimi” dir. İbn Haldun, Mukaddime’ de, eğitim, öğretim, din, edebiyat, astronomi, çeşitli zanaatlar, sanatlar, siyasi ve idari ilişkiler, savaş sanatları, tıbbi bilimler, felsefe, şehir uygarlıkları ve bu uygarlıkların inşa ettikleri cami, hastane, saray, medrese, kervansaray gibi maddi ürünler ile hukuk kuralları, gelenek, görenek, âdetler gibi çeşitli manevi ürünleri de kapsayan, kısaca bir toplumun üretmiş olduğu bütün kültürel öğeleri umran biliminin çerçevesinde incelemiştir.
Umrân biliminin, geçmişte ve yaşanılan dönemde, belli bir çağ veya belli bir insan topluluğunda ortaya çıkan tarihsel olayları, insan topluluklarının hayatlarını sürdürmek için tuttukları çeşitli geçim yollarını, devletlerin niteliğini, yükselme, güç kazanma ve zayıflamalarını, ilk insan toplulukları ve kır-kent ayrımını, dini grupları, bilimler ve sanatları, toplumsal yapıda meydana gelen değişmeler gibi insan topluluklarına dair her türlü olguyu ele almış olması, günümüzde insanların toplum halinde yaşamasından doğan her türlü sosyal olayları inceleyen modern sosyolojinin, İbn Haldun’da “ilm-i umran” adıyla karşımıza çıkmış olduğunu görmekteyiz.
İslam dünyasının tanınmış ve güvenilir kabul edilen tarihçilerinin eserlerinde bile bir takım asılsız haberlerin varlığı İbn Haldun’u bu yeni bilimi kurmaya iten temel saiktir. İnsan ve insan toplulukları, tarihin temel öznesi ve yön vericisidir. Bu nedenle yeryüzünde yaşananların sebeplerini tanrısal etkenlerde değil de yeryüzünde aramak gerektiğini belirtmiştir. Bu tespiti yapan İbn Haldun, tarihin bir bilim olarak mevcut olabilmesi için tarihsel olayların iç yüzünü ortaya çıkarabilecek bir takım kanunlulukların varlığını zorunlu görmüştür. Bu kanunların ise ancak umran ile aydınlatılabileceğini belirtmiştir.
Tarihçilerin, toplumsal olguların analizinde en çok yanıldıkları ve gözden kaçırdıkları bir şey vardır ki, toplumların oluştukları andan itibaren, kendilerini oluşturan öğelerin sürekli değişen yapısına paralel olarak değişmesidir. İbn Haldun, toplumu yerinde sayan “statik” bir yapı olarak görmemiş, sürekli olarak değişen “dinamik” karakterine vurgu yapmıştır. “Geçmiş ile geleceğin, suyun suya benzemesinden daha çok birbirine benzemesi” ile “toplumun maddi evriminin” birbirine içkin olması, yani toplumların menşeinde beliren her aşamanın aynı zamanda zıddını yaratacak öğeleri de barındırması, İbn Haldun’un diyalektik yönteminin göstergesidir.
İbn Haldun’un teorisinin en açıklayıcı faktörü şüphesiz ki “evrim” dir. Onun düşünce sisteminde insan; medeniyet kuran ve yıkan, fiziksel ve düşünsel evrime tabii güçlü bir özne konumundadır. Lakin insanın yaratıcı bir unsur olarak tarih sahnesinde var olabilmesinin ilk koşulu, türünün devamlılığını sağlayabilecek üretim araç ve gereçlerini imal edebilmesinden geçmektedir. İnsan, her ne kadar fikir ve el itibariyle diğer tüm yaratıklardan donanımlı olsa da, hayatını tek başına idame ettirebilecek güce sahip değildir. Antik Yunan düşüncesinden İslam felsefesine geçen “insan tabiatı icabı medenidir” önermesi İbn Haldun’da da kabul görerek, teorisinin merkezine yerleşmiştir. Beslenme ve güvenlik gibi en temel gereksinimleri tek başına bir insanın sağlayamayacak olmasından doğan ihtiyaç olgusu, insan türünün toplumsallaşmasında kilit işlevi görmektedir. Ona göre ihtiyaçlar, toplumsallaşma sürecine ivme kazandıran, tarihsel gidişatı medeniyete doğru yönlendiren itici bir güçtür. Maddi öğelerin, toplumdaki hemen her şeyin belirlenmesinde büyük bir rolü olduğu İbn Haldun’da hâkim bir düşüncedir.
İbn Haldun, ihtiyaçlarını temin etme biçimine göre iki farklı toplumsal örgütlenme biçiminden bahsetmektedir: Bedevi ve Hadari Toplumsal Örgütlenme. Bedevi örgütlenme toplumsal örgütlenme biçimlerinin ilkidir. İbn Haldun’un toplumsallık tahlili, işbölümü ilkesinden doğar. O, bu tutumu ile kendini, Durkheim’ın öncülüğünü yaptığı işlevselci yaklaşımlar arasında bulmaktadır. Bireyler birbirine bağımlı ve her biri oluşturdukları bütünün önemli bir işlevini yerine getirmek üzere bir arada yaşayarak toplumsal uyumu sağlayan öğelerdir. Farklı unsurların yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmek için birbirlerine bağlı olması toplumu bütünleştirerek sağlamlaştırır. Toplumsallığın ilk evresinde üretim, insanların yalnızca geçimlerini sağlayabilecek düzeydedir. Bedevi toplumlar, temel gereksinimlerini karşılayıp, maddi bir fazla elde ettiklerinde, bu durum onları yerleşikliğe iter. Bu esnada en büyük toplumsal değişim olan, bedevi toplumsal örgütlenmesinden –kır topluluklarından- , hadari toplumsal örgütlenmesine –kent topluluklarına- evrilen determinist süreç meydana gelmektedir.
Toplumsal değişmenin temelinde yapısal farklılaşma yatmaktadır. Bu yapısal farklılaşmanın iki önemli itici gücü vardır. Bunlardan ilki ekonomiktir. İbn Haldun, toplumları sosyal üretim tarzı biçimlerine göre sınıflandırmıştır. Yani topluluklarının birbirlerinden farklı olması, onların geçimlerini sağlama biçimlerinin farklı olmasından ileri gelmektedir. Toplumlar ekonomik yapıların değişimine paralel olarak sürekli değişmektedir. İlk toplum biçimi olan bedevilikte, üretim ilişkileri, insanın zorunlu ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde, yüksek ölçüde teknoloji ve karmaşık bir iş bölümü gerektirmeyen tarım ve hayvancılık faaliyetlerinden oluşmaktadır. Zamanla teknik ihtisaslaşma, teknolojik yenilik ve nüfus artışı sonucu, üretim hacminin ve toplam talebin genişlemesi ile birlikte elde edilen artı ürün, bedevi toplumu yerleşmeye ve yerleşim merkezleri kurmaya iter. Ancak bedevi toplumun kentsel yaşama geçişi, yalnızca sağladıkları üretim fazlası ile mümkün olmaz. Bunun yanısıra kent toplumlarını yenilgiye uğratmaları gerekmektedir. Bu da ancak “asabiyet” ile mümkündür. Asabiyet İbn Haldun’un siyaset teorisinin merkezi terimidir. Ve yine asabiyet, sosyal evrimin ekonomi ile birlikte en temel iki itici gücünden biridir.
Kelime anlamı olarak; vücuttaki sinirler ve akrabalık bağı olarak karşımıza çıkan asabiyet, İbn Haldun’un terminolojisinde, aralarında soy birliği veya birlikte yaşamaktan doğan sebeplerle yakınlık bulunanların, muhaliflerine karşı birlikte hareket etmeleri, dayanışma ruhu, toplumu bir arada tutan iç yapışkan, kısaca topluluğu oluşturan bireyler arasındaki ortak düşünme tarzını karşılamaktadır. İbn Haldun’un “asabiyet” kavramı ile Durkheim’ın mekanik dayanışmasında etkin olan “kollektif bilinç” ilkesi benzeşmektedir. Bir toplumun sahip oldukları ortak duygu ve inançları ifade eden asabiyet kavramı, bireylerin tek bir ideoloji etrafında birleşmesini sağlayarak, toplumun sürekliliğini sağlayan önemli bir etkendir. Ancak İbn Haldun’un “asabiyet” kavramının çok önemli bir işlevi daha vardır: Siyasi iktidarı ele geçirmek. Asabiyet, yalnızca toplumsal kohezyonu sağlayan bir olgu değil, aynı zamanda siyasi ülküsü olan dinamik bir yapıdır.
Toplumsallaşma sonucu beliren insanî ihtiyaçlardan biri de, toplumda yasaklayıcı bir otoriteye duyulan ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı ise bedevi düzeydeki örgütlenmelerde, spontane kurallarla işleyen “riyaset” kurumu karşılarken, hadari düzeydeki örgütlenmelerde merkezi otoritenin güçlendiği, istibdata dayalı olan “mülk” olarak karşımıza çıkmaktadır.
Toplumsal bir zorunluluk olarak ortaya çıkan, organik yapıdaki devletin, kurucu unsurlardan biri olan asabiyete bağlılığı azaldıkça ömrünün de kısaldığı ve çöküşe doğru yol aldığı düşüncesi, İbn Haldun’un siyaset teorisinin öne çıkan ayrıntılarındandır. İbn Haldun’a göre kent uygarlığının kurulması ile birlikte riyasetten hükümdarlığa dönüşen devlet kurumunu beş temel aşama beklemektedir. “Tavırlar Teorisi” adıyla anılan bu beş aşama; devletin ortaya çıkışı, yükselişi ve nihayetinde çöküşü ile neticelenmesini konu alır. “Devlet aşamaları çoğunlukla beş aşamayı geçmez” diyen İbn Haldun, bu aşamaları insan organizması ile ilişkilendirmiş ve toplamda 120 yıl sürdüğünü belirtmiştir.
İbn Haldun, bu yaklaşımı ile organizmacı görüşlere sahip bir düşünür olarak lanse edilmiştir. Organizmacı görüşe göre, toplumsal öğelerde, canlı organizmalar gibi doğma, gelişme ve yok olma evrelerini yaşarken, belirli bir sistem içerisinde bir bütünün parçalarını uyumlu bir şekilde oluştururlar. Yaşam boyunca sistemin parçalarından birinde meydana gelen değişim diğer öğelerinde değişime uğratır ve böylece toplumsal varlıkların devinimi sonsuzca tekrarlanır.
Başlangıçta servet artışının bedevi toplulukları yerleşikliğe sevketmesi ve güçlü bir asabiye sayesinde kent topluluklarının yengiye uğratılması ile başlayan ve devam eden süreçte, göçebe örgütlenmelerdeki başkanlık sisteminin yerini alan, güçlü bir merkezi otoriteye dayanan kent devletinin, zamanla kendini oluşturan bu iki öğenin, toplumsal ve ahlaki düzende yarattığı etki ile son bulmasında; medeniyetin temel öznesi konumundaki insan ve insan faaliyetleri, tıpkı medeniyetin var olmasında olduğu gibi medeniyetin yok oluşunda da etkin bir rol oynamaktadır. İbn Haldun’a göre toplumsal olayların temel belirleyicisi, tanrısal etkenler değil, insan davranışları ve faaliyetleridir.
İbn Haldun, toplumsal olgu ve olayları aydınlatmaya yönelik olarak kullandığı yeni metodu ile toplumun ve devletin doğal bir kökeni olduğunu ve doğal bir tarihi gelişim süreci geçirdiğini belirtmiş, bu tarihsel gelişim sürecinin kapsamlı analizini yaparak bir devlet kuramı ortaya koymuştur. Doğal ve toplumsal tüm varlıkların, devinim, değişim ve dönüşüme tabii olduğunu, hiçbir şeyin statik olmadığını, öğelerin sürekli olarak bir diğerine evrildiğini belirtmiştir.
1. Çalışmanın Konusu ve Amacı
Bu çalışmada genel olarak İbn Haldun’un toplum ile maddi öğeler arasında kurduğu bağlantı ortaya konulmaya çalışılmıştır. Toplumsal yapının temel belirleyicisi olan maddi öğelerin, barbarlıktan medeniyete doğru uzanan yolda evrilerek, başlangıçtan farklı bir hale erişmesi ile bağlı olduğu bütünün parçalarını nasıl bir değişime tabii tuttuğunun analizi bu çalışmanın genel çerçevesini oluşturmaktadır.
2. Çalışmanın Önemi
Mukaddime’nin bilimsel yeniliği, XIX. Yüzyıl tarihsel bütünlük anlayışına uygun bir biçimde, tarihsel gerçekliğin yaratıcısı olarak insan figürünü betimlemesinde kendini göstermektedir. Özellikle Ortaçağ Müslüman ve Batı Hristiyan dünyasında, toplumun ve kâinatın yalnızca dini referanslarla açıklanmaya çalışıldığı, din ile devlet kurumunun birbirinden ayrı düşünülmediği bir dönemde, siyasete yön veren etken olarak bizzat insan davranışlarını birincil etken olarak görmesi bakımından İbn Haldun’un ortaya koyduğu görüşleri oldukça orijinal ve değerlidir.
Mukaddime’deki içerik zenginliğinin, umran biliminin süzgecinden geçirilerek birbiriyle uyumlu bir bütün oluşturması, İbn Haldun’un çok disiplinliliğini gözler önüne sermektedir. Çeşitli araştırmacılar tarafından çoğunlukla tarihin ve sosyolojinin kurucusu olarak selamlanan Mukaddime müellifinin, iktisat, antropoloji, din, felsefe, biyoloji, coğrafya, çeşitli zanaatlar, eğitim, urbanizm, siyaset, biyolojik evrim, psikoloji gibi alanlara değinmiş olması çok geniş bir düşünce yelpazesine sahip olduğunun göstergesidir. Son tahlilde bu çalışmanın önemi bizzat İbn Haldun’un kendisinden kaynaklanmaktadır.
3. Yöntem
Bu çalışma literatür derlemesi olup, tezi kuramsal bir çerçevede araştırabilmek adına, kaynak tarama yöntemi baz alınmıştır. Araştırmada büyük oranda birinci el kaynaklardan yararlanılmıştır. Bu bağlamda Süleyman Uludağ’ın 2013 yılında yayımlanan Mukaddime çevirisi ana kaynak olarak kullanılırken, yer yer Turan Dursun (1977) ile Zakir Kadirî Ugan’ın (1986) çevirilerinden de faydalanılmıştır.
Çalışmamız altı ana kısımdan oluşmuştur:
- İlk kısımda İbn Haldun’un hayatına ve bilimsel kişiliğine kısaca değinilerek, araştırmacıların onun hakkındaki düşünceleri ortaya konulmuştur.
- İkinci bölümde İbn Haldun’un Mukaddime’de ortaya koyduğu ve teorisini anlamada araştırmacılarına ışık tutacak olan, toplumsal ve biyolojik evrim, içtimai kanunlar fikri, coğrafya, bilgi edinme süreci gibi çok değerli görüşlerine yer verilmiştir.
- Üçüncü bölüm ise İbn Haldun’un esas şöhretini teşkil eden ve konumuzu direkt ilgilendiren toplumbilim özelinde ortaya koyduğu görüşlerinin incelendiği bölümdür. Bu bağlamda İbn Haldun’un toplumbilimsel düşünce tarihinde yeri ve önemi ortaya konulmaya çalışılmıştır.
- Dördüncü bölümde ise İbn Haldun’un sosyo-politik teorisinin temel kavramları ele alınmıştır. Bu başlık altında, bedevi-hadari toplum ayrımı, asabiyet, yeni bilim “ilmi umran” ile “mülk” kavramı incelenmiştir.
- Beşinci bölümde, İbn Haldun’un döngüselci tarih kuramı karşılaştırmalı olarak analiz edilmeye çalışılmıştır. Bu kapsamda medeniyet kavramının niteliği, medeniyetlerin doğuşu, gelişimi, çöküşü ve bu çöküşü hazırlayan etkenlerin ortaya konulduğu bölümdür.
- Altıncı bölüm İbn Haldun’u çok özel kılan iktisadi düşüncelerinin incelendiği bölümdür. Toplumsallığın başlangıcında üretim ilişkilerine bağlı maddeci temele dayalı yorumu, altyapı-üstyapı kurumlarına ilişkin fikirleri, emek kavramına dair görüşleri, artı ürün kavramı, rızk kesb ayrımı, toplumsal işbölümü, piyasada fiyatların oluşumu, arz talep kanunu, devletin ekonomideki yeri ve vergi politikaları gibi çok önemli iktisadi görüşlerinin açıklandığı kısımdır.
[1] İbn Haldun, Fas ve Kuzey Afrika’nın çeşitli bölgelerinde 1196- 1465 yılları arasında hüküm süren Benu Marin hükümdarı Ebu Salim’e sır ve inşa kâtipliği yapmıştır. İbn Haldun, biyografisinde bu görevinin sınırlarını şöyle açıklamıştır: “Beni sır kâtibi, adına resmî mektup yazma(tersîl) ve taleplerini yazma(inşa) görevlerine getirdi” (İbn Haldun, 2011, s.62).