7.9 C
İstanbul
Salı, Aralık 3, 2024

İbn Haldun’un Toplumsal ve İktisadi Görüşleri- Bölüm 5 (6/8)

V. BÖLÜM

5. İBN HALDUN’UN DÖNGÜSELCİ TARİH KURAMI

5.1. UYGARLIĞIN DOĞUŞU VE ÇÖZÜLME SÜRECİ

İbn Haldun’un devletin geçirdiği aşamaları incelediği bölüm, “Tavırlar Teorisi” adıyla anılmaktadır. Hassan’a (2011) göre “Devletin geçirdiği aşamalar sonucunda ömrünü tamamlamasını ortaya koyan tavırlar görüşünün esas itibariyle, İbn Haldun’un tarih felsefesini oluşturduğu kabul edilegelmiştir” (s.266). İbn Haldun’un çevrimsel bir tarih felsefesi oluşturduğu pek çok İbn Haldun araştırmacısı tarafından belirtilmiştir. Togan’a göre İbn Haldun, bu hususta İtalyan Vico, Alman Spengler ve İngiliz Toynbee’nin mübeşşiridir (Togan, 1969, s.162).

Oswald Spengler, her devinimin kendi üstüne çevrildiğini ve başladığı noktada son bularak, hiçbir gelişme sağlamadığını belirtmiştir. Spengler’e göre mevsimler ve yaşam(doğum, ölüm ve sonra gene doğum) bunun en belli kanıtıdır. Spengler’e göre her kültür, bireylerin yaş aşamalarından geçer. Hepsinin kendi çocukluğu, gençliği ve yaşlılığı vardır:

Kültür öncesi aşamada ilk insan, et yiyen, göçebe, duyumları keskin ve meraklı, yerleşmemiş ve doğanın öbür öğeleriyle kavga halinde bir av hayvanıdır. Tarımın ortaya çıkışıyla köklü değişikler vukua gelmiş, insan köylüye dönmüştür, toprakta yerleşmiş ve kök salmış bir bitki halini almıştır. Bu aşamalar tarih dışıdır. Bu tarih öncesinde ya da kültür öncesi dönemde, siyaset yoktur, sınıflar yoktur, devlet bile yoktur. Yalnızca birbirlerine kan bağıyla bağlı göçebe ve tarımcı kabileler ve bu kabilelerin başlarında reisleri vardır. Kültürün ilk dönemi ise feodalizm ve aristokrat devlet aşamalarından oluşmuştur. Dünya tarihinin başlangıcı, kültürün doğuşu ve ilk dönemi olan feodalizm, şehrin ve birincil soyluluk ve rahiplik sınıflarının doğuşudur. Şehrin ve bu sınıfların ortaya çıkmasıyla siyasal varoluşun organik bir biçimde geliştirilmesi süreci başlar. Kültür öncesi kabileler ve halk, feodal bir devlet halinde örgütlenmeye başlarlar. Şehrin ve rahipliğin yanı sıra, dinsel şövalyelik fikirleri, ülkücülük ve değerler biçimlerinde zekâ da ortaya çıkar. Böyle olmakla birlikte, bütün örgütlenme feodal ve tarımsal kalmaktadır. Şehir hala yalnızca bir Pazar yeri ya da müstahkem mevki yahut dinsel bir merkezdir. Siyasal yaşam, geniş ölçüde, vassallarla feodal lordların birbirleriyle yahut bir üst lorldlarla mücadelelerinden ibarettir. Ekonomik ve toplumsal egemen tin ve değerler, hala salt tarımsaldır. Aristokrat devletin doğuşu ise, feodal, ataerkil biçimlerin, siyaset, kan bağları ve ilişkilerinin, feodal ekonomi ve değerlerin bir bunalım geçirip çözülmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bir aristokratın başında bulunduğu ve aristokratik bir devlet halinde örgütlenmiş bir çeşit ulus doğar. Şehrin ve zekânın rolü artar. Kültür ilk döneminden sonraki döneme geçmeye başlar (Sorokin, 1972, s.94-95).

Spengler, kültür sonrası dönemde, devlet ve ulusal hükümet fikri olgun ve tam biçimleriyle gerçekleştiğini belirtmektedir (Bu evre İbn Haldun’un şehir uygarlığı evresidir). Kültür sonrası toplum, siyaset, ekonomi, teknik ve fikir bağlamında kırlara egemen olmaya başlamıştır. Şehirli değerleri tarımsal değerin yerine geçer. Şehir kırı sömürmeye başlar. Kan bağları önemsizleşir. Büyük bir kültürün bu son aşamasında, artık özü itibariyle şehirli kuruluşunda olan halk heyeti çözülerek biçimden yoksun bir kütleye dönüşür. Devlet, ulus, toplumsal tabakalar hep parçalanma eğilimi gösterir (İbn Haldun’a göre de tarım bedevi umrâna sanatlar ise hadari umrâna özgüdür. O, hadari umrâna geçilmesiyle birlikte, yeni sanatların ortaya çıkacağını belirtmiş, geçimlik ekonomi örgütlenmesinin, pazarda satmak üzere mal üretmenin mümkün olduğu bir yapıya dönüştüğünü belirtmiştir. Bedevileri her açıdan hadarilere bağımlı olarak görmüştür). Bununla birlikte anarşi ortaya çıkar. (Sorokin, 1972, s.95-98) “Spengler’in tarih felsefesinde bu çevrimsel devim sonsuzca tekrarlanır durur ve evren eskiden nasılsa bugün de öyledir, yarın da öyle olacaktır” (Hançerlioğlu, 2013, s.48).

Spengler’in bu çevrimsel tarih felsefesi ile İbn Haldun’un felsefesi arasında büyük bir benzerlik göze çarpmaktadır. Spengler, tıpkı İbn Haldun gibi, kır kent ayrımı ekseninde, reislikten, aristokrat devlet biçimine geçişi mümkün kılan etkililikleri ön plana çıkarmış, nihayetinde her kültürün muhakkak parçalanma eğilimi göstereceğini ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışmıştır. Ancak Spengler ile İbn Haldun arasındaki benzerliklerin yanında farkları da görmek gerekmektedir. Turan Dursun’a göre en önemli fark şudur:

“İbn Haldun, “madde”yi ve “ekonomi”yi temel alır. “Kültür”ü ve “kültürel değişmeler”i “öz” de (li zatihi) görmez, “geçim” ve “besin”e yönelik çabaların “arızi” ve bu alandaki toplumsal yaşama, “umran”a göre değişen yansımalar olarak görür. İbn Haldun, bağımsız ve eşsiz kültürler tanımaz. Ve İbn Haldun’un gerek toplum ve gerek devlet yaşamını insan yaşamına benzetmesi, “doğma, erginleşme, yaşlanma ve ölme” gibi dönemlere ayırması gene Spengler ve benzeri organizmacılardan farklıdır. Çünkü İbn Haldun’a göre, yalnızca “yaşlanma” döneminde değil, “her an” oluş(kev) ve çözülüş(fesad) vardır. Değişme ve yenileşme her an söz konusudur. Bir başka deyişle ona göre çözülen ve ölen her şeyin her an “değiştiğini” yeri geldikçe vurgular. “Doğma, erginleşme, yaşlanma ve ölme” gibi evrelerden söz etmesi de her şeyin bu arada toplumun ve devletin de durum değiştirdiklerini anlatmak içindir. Çünkü İbn Haldun’a göre, her şey birbirine bağlıdır ve her şey “sürekli” durum değiştirir. Onun için bu “değişmeleri” göz önünde tutmayan tarihçinin yanılgıya düşeceğini açıklar. Onun için “süreç” (vetire) sözcüğünü kullanır. İbn Haldun’da evrimci düşünce vardır. “Düşünen insan”a değin nasıl gelindiğini uzun uzun anlatır. Ve İbn Haldun, Spengler gibi kaderci değildir (Dursun & Hassan, 2012, s.38).

Spengler, evrimi yadsımaya çalışmaktadır (Hançerlioğlu, 2013, s.48). Oysa İbn Haldun, şartların değişmesiyle insan kurumlarının da ağır ağır fakat sürekli olarak değişeceğini belirtmiştir (Ülken, 1998, s.207). Ve bu değişim ve gelişim sürekli olarak yukarıya doğrudur. Lacoste (2012), İbn Haldun’un dünya görüşünün, birleştirici olduğu kadar büyük ölçüde de evrimci olduğunu belirtmiştir. İbn Haldun’da sürekli dönüşüm içinde olan bir sistem söz konusudur. Çünkü hareketlilik ilkesi şeylerin doğasına sokulmuştur. İbn Haldun’un yapıtında sık sık kendini gösteren tema, yaşam ve ölüm temasıdır (s.179-180). Lacoste’a göre İbn Haldun’un devlet ile bireylerin hayatı arasında bağlantı kurması sıradan bir benzerlik değildir:

Bu basit bir benzetme değil, anlamı derin bir karşılaştırmadır. Her gerçeklik harekettir, yaşam bunun en çarpıcı kanıtlarından birini oluşturur. Yaşam, evrimden başka bir şey olamaz. Yaşamsal gelişimin yadsınması, yaşamın yadsınması anlamına gelir. Canlı organizma doğduğu anda, ölüm tohumlarını da barındırır. Yaşamın kaçınılmaz gelişimi ölümün kaçınılmaz gelişimini açıklar. Aynı durum imparatorluklar içinde geçerlidir.

İngiliz tarihçi Toynbee’ye göre, “İbn Haldun öyle bir tarih felsefesi tasarlamış ve ortaya koymuştur ki bugüne kadar hiçbir yetenek, hiçbir dönemde, hiç bir ülkede böylesine büyük bir yapıt yaratamamıştır” (Age, s.7). Toynbee’nin tarih felsefesi, İbn Haldun’un tarih felsefesine oldukça benzemektedir. Togan’a (1969) göre “Toynbee zaten İbn Haldûn’u yakından öğrenmiş, onun birçok fikirlerini benimsemiş bir âlimdir” (s.165).

Toynbee, uygarlığın türeyişinin, ne ırk faktöründen ne de kendi başına coğrafi ortamdan ileri gelmediğini, bu iki özgül faktörün birleşimi ile mümkün olduğunu belirtmektedir:

Belirli bir toplumda yaratıcı bir azınlığın ve ne çok elverişsiz ne de çok elverişli bir ortamın varlığı. Bu koşullara sahip olan gruplar, uygarlıklar olarak ortaya çıkmışlardır; bunlara sahip olmayan gruplar ise uygarlık-altı düzeyde kalmışlardır. Bu koşullarda uygarlığın doğuşunun mekanizması meydan okuma ve karşılık vermenin bir etkileşimi olarak formülleştirilmiştir. Yukarıdaki tipte bir toplumda ardı arkası kesilmeyen bir meydan okuma olur; toplumda yaratıcı azınlığıyla bu meydan okuma başarılı olarak karşılık verir ve gereksinmeyi çözer. Bunun ardından yeni bir meydan okuma meydana gelir ve onu yeni bir karşılık verme başarıyla izler, böylelikle durum sürüp gider. Bu koşullarda hiçbir durulma yoktur ve toplum her zaman hareket halindedir. Bu gibi hareket onu er geç uygarlık aşamasına getirecektir (Sorokin, 1972, s.109-110).

Toplumların büyüme süreci ile çözülme süreci arasındaki başlıca fark, büyüme aşamasında uygarlığın durmadan yenilenen bir meydan okumalar dizisine başarılı karşılık vermesi, çözülme aşamasında ise, belirli bir meydan okumaya böyle bir karşılık vermeyi becerememesidir:

Herhangi bir toplumun tarihinde yaratıcı bir azınlık soysuzlaşıp da, artık liyakatli olmadığı bir konumu zorla elinde tutmaya kalkan yalnızca egemen bir azınlık haline dönünce, yönetici öğenin niteliğindeki bu ölümcül değişiklik, bir yandan da artık yönetici öğeye kendiliğinden hayran olmayan ya da onu özgürlükle taklit etmeyen ve isteksiz bir ezilen duruma indirilmesine karşı ayaklanan bir proletaryanın kopup ayrılmasını tahrik eder. Bu proletarya, kendisini ortaya koyduğu zaman, daha başından iki ayrı bölüme ayrılır. Bir iç proletarya ve bir de şimdi o uygarlığa katılmaya şiddetle direnen sınırların ötesindeki barbarlardan meydana gelen bir dış proletarya vardır. Dolayısıyla bir uygarlığın çöküşü, büyüme halinde olduğu sürece ne kendi içinde katı ve kesin bölümlere bölünmüş ne de ayrılmaz uçurumlarla komşularından ayrılmış olan bir toplumun toplumsal vücudu içinde bir sınıf savaşına yol açar. Tonybee’nin formülleştirmesiyle uygarlıkların çöküşünün niteliği üç noktada özetlenebilir: Azınlıkta yaratıcı gücün kesilmesi, buna paralel olarak çoğunluğun taklidinin durması ve sonuç olarak da toplumun bütününde toplumsal birliğin kaybolmasıdır (Age, s.111).

Uygarlıkların hepsinin değilse de çoğunun kaderi er geç bir çözülmeye uğramaktır. Gerileme aşaması, uygarlığın çöküşü, parçalanması ve çözülmesi olmak üzere üç alt aşamadan meydana gelir (Age, s.112).

Yaratıcı azınlık (İbn Haldun’da asabe sahipleri) büyüme döneminde durmadan yenilenen meydan okumalara bir dizi başarılı karşılık verirken, parçalanma döneminde bunu başaramazlar. Bu evrede yaratıcı azınlık, proletarya üzerindeki çekiciliğini yitirecektir. Bu durum, iç ve dış proletaryanın kontrol altında tutulabilmesi için daha fazla zor kullanılmasını gerektirecektir. Bu süreç içerisinde yaratıcı azınlık, uygarlığı ayakta tutabilmenin bir yolu olarak evrensel bir devlet yaratır; savaşa girişir, dizginlenemeyecek kurumların kölesi olur, ancak bu durum sonucunda kendisinin ve uygarlığın yıkımını hazırlar. Dış proletarya kendisini örgütler ve eskisi gibi uygarlığın bir parçası olmak istemeyerek, gerileyen uygarlığa saldırmaya başlar. Yaratıcı azınlık, dış proletaryanın bu saldırılarını önlemek amacıyla kendisine kurtarıcılar edinir. Fakat hepsi boşunadır, kurtarıcılar uygarlığın parçalanmasını durduramaz, fakat ondan türeme yeni bir uygarlığın ortaya çıkması ve gelişmesi için bir tohum olarak işe yarayabilir (Age, s. 112-113).

İbn Haldun’a göre ise ihtiyarlık hali çökmüş hanedanlığın yeni baştan doğuşu şu şekilde olmaktadır:

Hanedanlığa bazı uzak eyaletlerin valileri bağımsızlıklarını ilan ederler. Çünkü hanedanlığın gölgesi kendilerinden uzaklaşmaya ve kabuğuna çekilmeye başlamıştır. Bu durumda eyalet valilerinden her biri, kendi kavmi için yeni baştan kurduğu ve ailesi efradında yerleşip karar kılan bir mülke sahip olur. Bu mülk veraset yolu ile ondan oğullarına veya taraftarlarına intikal eder. Tedrici surette mülkleri büyür, bazı hallerde bu mülk için varisler birbirleriyle kapışır, mülkün sahibini tayin için şanslarını dener ve her biri onu kendisine tahsis etmek için birbirleriyle mücadele ederler. Sonra içlerinden, rakiplerine nazaran daha çok kuvvetli olan diğerlerini mağlup ederek onların elindekini zapteder. İkinci şekilde şudur: Hanedanlığın komşuları olan milletlerden ve kabilelerden bir şahıs, onun üzerine yürür. Ona karşı harekete geçerken ya işaret ettiğimiz, bütün ahaliyi üzerinde topladığı (dini) bir davete dayanır veya kavmi içinde büyük bir asabiyete ve şevkete sahip bulunur. Onun için kudreti büyüdüğünden, milletine ve kabilesine dayanarak mülk sahibi olmaya heveslenir, harekete geçen şahsın kavmi, mülk elde edebileceklerini tasarlamışlardır. Çünkü yerleşik ve eski hanedanlığa karşı izzet ve galibiyet kazanma haline gelmişlerdir. Ayrıca hanedanlığın başına da ihtiyarlık çökmüştür. Onun için de bu durumdaki şahsa ve kavme, o hanedanlığı istila etme yolu görünmüştür. Bu sebeple hanedanlığı zaptedip hâkimiyetine tevarüs edene (mirasa konma) kadar, durmadan ona akın düzenlerler (MSU, 2013, s. 565-566).

Toynbee, uygarlığın çöküşünü, iç proletaryanın azınlığı, taklidi ve takibi bırakması, dış proletaryanın ise artık uygarlığın bir parçası olmak istemeyip, sürekli örgütlenerek, gerileyen uygarlığa saldırması olarak açıklamış, İbn Haldun ise, ihtiyarlık çöken hanedanlığın yerine yeni bir hanedanlık kurulmasını sağlayan faktörleri, uzak eyaletlerdeki valilerin ayaklanması ve dışardan gelen komşu hanedanlıkların saldırıları sonucu olarak göstermiştir. Her iki yaklaşım arasında büyük bir benzerlik göze çarpmaktadır. Toynbee’nin tarih felsefesini yaratırken, İbn Haldun’dan etkilendiği açık bir biçimde ortadadır.

Rousseau’da, siyasi gövdenin insan bedeni gibi, doğduğu andan itibaren ölmeye başladığını belirtir. Ancak Rousseau, devletin yaşam süresi hususunda İbn Haldun kadar katı değildir. Rousseau’ya göre devletin yaşamı, uygun politikalar güdülmesi sonucu mümkün olduğu kadar uzatılabilir:

Eğer Roma ve Sparta yok oldularsa, hangi devlet sonsuza kadar ayakta kalmayı umabilir ki? Şu halde, kalıcı bir kurum oluşturmak istiyorsak, onu asla ebedi kılmayı düşlemeyelim… İnsanın oluşumu doğanın eseridir; devletinki ise becerinin eseridir. Yaşamlarını uzatmak insanların elinde değildir, devletin yaşamını, ona olabilecek en iyi yapıyı vermek suretiyle mümkün olduğu kadar ileriye doğru uzatmak insanlara bağlıdır. En iyi oluşturulan da bitecektir, ama beklenmedik herhangi bir arıza zamanından önce kaybolmasına yol açmazsa, bir başkasından daha geç bitecektir (Rousseau, 2013, s.122).

5.2. İBN HALDUN’UN TAVIRLAR TEORİSİ

İbn Haldun’a göre devlet başlangıçtan çöküşüne kadar tek bir hal üzere kalmaz. Çağların değişmesi ile birlikte milletlerin ve devletlerin de halleri değişecektir. Nitekim düşünürün teorisinde “değişim olgusu” çok önemli bir yer tutmaktadır. İbn Haldun’a göre değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.

Şahıslar gibi devletlerin de tabi ömürleri vardır. İbn Haldun, bir devletin ömrünü istisnalar haricinde ekseriya üç neslin ömrünü aşmayacak biçimde, bir şahsın ortalama ömrüne dayandırmaktadır. İbn Haldun’a göre bir devletin ve hanedanlığın ömrü, çoğunlukla üç nesli aşmaz:

  • Birinci Nesil: Çetin hayat şartlarını göğüsleme, cengâverlik, yırtıcılık, şan ve şöhrette iştirak gibi bedeviliğin karakterini, sertliğini ve vahşiliğinin sürdürüldüğü nesildir. Bu sayede asabiyetin etkinliği kendilerinde mahfuz kalır. Kılıçları keskin ve çevreleri korkuludur, halk kendilerine mağlup olmuşlardır.
  • İkinci Nesil: Bunların hallerin mülk ve refah dolayısıyla bedevilikten hadarîliğe, sıkıntıdan ve darlıktan genişliğe ve bolluğa, müştereken şan sahibi olmaktan, ona tek başına sahip olmaya, geriye kalanların mecd(ululuk) için çabalamayıp atıl ve tembel kalmalarına, izzette herkesten ilerde olmaktan zilletteki aşağılığa doğru değişir. Bu surette asabiyetin keskinliği kısmen körelir(sertliği kırılır, tesiri azalır). Bu durumda kalanlar boyun eğme ve hakir durumda kalma hali ile ünsiyet(ahbaplık) peyda ederler. Fakat yine de söz konusu iyi hasletlerin çoğu kendilerinde mevcuttur. Zira ilk nesle yetişmişler, onların halleri ile doğrudan doğruya temasa gelmişler, izzet ve itibar kazanmalarını, mecd ve şan için çabalamalarını, müdafaa ve himayedeki hedeflerini müşahede etmişlerdir. Bu yüzden o konuda birçok şey kaybetmiş olsalar bile, o hususları tümü ile terk etmek kendileri için mümkün olmaz. İlk nesle ait hallere döneceklerini ümit eder veya bunun kendilerinde mevcut olduğunu zannederler.
  • Üçüncü Nesil: Sanki ellerinde hiç mevcut değilmişçesine bedevilik, sertlik(ve kabalık) zamanını unuturlar. İzzetin zevkini ve asabiyeti kaybederler. Bunun sebebi de kahir bir hâkimiyet altında bulunmalarıdır. Nail oldukları türlü türlü nân u nimet sebebiyle onlardaki refah son haddine ulaşır. Böylece devlet için (bakıma ve beslenmeye muhtaç) bir aile haline gelirler. Savunmaya muhtaç durumda bulunan kadınlar ve çocuklar durumuna düşerler. Asabiyetleri tümden ortadan kalkar. Himaye, müdafaa, mutalebe (cengâverlik, savunma ve istekler peşinde koşma)nın ne olduğunu unutur giderler. Şekil, kılık, kıyafet, ata binme ve güzel maharetler hususunda, kendilerini, halka olduklarından başka türlü gösterir, onların gözlerini boyarlar. Hâlbuki atların sırtında oldukları halde ekseriya kadınlardan daha korkaktırlar. Hak talep eden biri karşılarına dikildi mi, ona karşı kendilerini savunmak için mukavemet göstermezler. Bu takdirde devletin sahibi ve hanedanın başkanı, onların dışında kendisine destek olacak başka zorlu ve bahadır kişilere muhtaç olur. Mevâliyi çoğaltır. Devleti savunma konusunda kısmen de olsa kendisine yardımcı olacak bir çevre edinir, o devletin inkırazı konusunda Allah’tan izin çıkana kadar durum böyle devam eder. İzin çıkınca, devlet ve ondaki her şey ortadan kalkar (MSU, 2013, s.393-394).

Görüldüğü gibi ortada üç nesil vardır ve devletin ihtiyarlaması ve gerilemesi bu süre içinde olur. Devletler her biri ekseriya 40 yıllık aşamalardan oluşan bu 120 yılı aşağı yukarı geçemezler. Biraz daha evvel veya sonra olabilir ama takriben devletin ömrü budur (Age, s. 394).

Lacoste’a (2012) göre İbn Haldun, Mağrip tarihini, tek bir devletin yaşamsal çevriminin yinelenmesi olarak değil; tıpkı bir insanın gençlik, olgunluk ve çöküş aşamalarını yaşaması gibi, gençler, olgunlar ve yaşlılardan oluşmuş, birbirleriyle mücadele eden topluluklar olarak görür:

Gençlerden her biri, yetişkinlerin iktidarından ayrılıp, yaşlıların ayağını kaydırmaya çalışır. Gençlerin tümü zaferden emin olamaz, onlardan pek azı üstünlük sağlayacaktır; ama tüm yaşlılar birbirine az çok yakın bir yenilgiye mahkûmdur. Olgunluk dönemlerini yaşayanlar ise hem gençlere boyun eğdirmeye hem de güç bakımından denk oldukları yaşlıların iktidarını ele geçirmeye en yatkın kişilerdir (s. 189).

İbn Haldun, bir devletin kuruluşundan yıkılışına kadar geçirdiği süreci belirli dönemlere ayırarak incelemiştir. İbn Haldun’a göre devlet beş aşama geçirir. Bu tavırların ilki zafer, ikincisi istibdat, üçüncüsü refah ve büyüme, dördüncüsü duraklama, beşinci ve son tavır ise yıkılış tavrıdır.

5.2.1. Birinci Tavır: Zafer

İlk tavır zafer dönemidir. Kuruluş aşaması olan bu tavırda, bedevi toplumu başarılı kılan yani mülkün elde edilmesi olan galebeye ulaştıran başat aktör soy dayanışmasından ileri gelen asabiyet faktörüdür. Bu tavır, zafere ulaşma, müdafaa halinde olana karşı üstünlük kurarak, mülkü onun elinden çekip alma, zafer ve asabiyetin gayesi olan mülke ulaşma tavrıdır. “Zaferin kaynağı sadece asabiyet ve ona tabi olan güçlü bir metanet ve yırtıcı olma alışkanlığıdır. Devlet bu ilk tavırda bedevidir” (MSU, 2013, s.395). Hanedanlıklar bu tavırda, mülkün arzu ve eğilimlerinden uzaktırlar. Çünkü bu dönemde devletin asabiyeti vardır ve asabiyet vasıtasıyla hâkimiyetini kurmuştur (Age, s. 553).

Hanedanlığın ilk döneminde toplanan vergiler, asabiyetleri ve faydalı olmaları nispetinde kabile mensuplarına ve asabiyet sahiplerine dağıtılacaktır. Reis, bu vergilerden, onları elde etme arzusu içinde olan asabiyet sahiplerinin lehine uzak duracaktır. Buna karşılık, onlara karşı izzet sahibi olmasına rağmen, onlar üzerinde tam anlamıyla hâkimiyet ve istibdat kurabilmek için, hanedanlığın kuruluş döneminde, asabiyet sahiplerine muhtaç durumdadır (Age, s.544-545).

Bu dönemde, henüz göçebe ve kırsal yaşamın gelenekleri varlığını sürdürdüğünden, soy dayanışması gücünü koruduğundan, hükümdarlık, aslında başkanlık örgütlenmesine benzer. Hükümdar, henüz tüm yetkileri kendinde toplayan tek karar verici değildir. Devlet, hükümdarlığı kuran güçlerin katılımıyla yönetilir (Uygun, 2008, s.146).

5.2.2. İkinci Tavır: İstibdat Dönemi

Bu tavırda hükümdar, kavmini kendinden uzaklaştırmak ve onlar üzerinde hâkimiyet kurabilmek için kendi nesebinden olmayan bir takım yabancı taraftar ve yardımcılara ihtiyaç duyar, bu yardımcılar vasıtasıyla kendi kavmine karşı üstünlük kurar. Onları devlet işlerinde, önemi büyük olan görevlere getirir.

Nietzsche’ye (2011) göre bütün organik yaşamın temelini tek bir içgüdü oluşturur, “Güçlü ve egemen olup yönetme içgüdüsü” (s.18). İbn Haldun’un tavırlar teorisinin, ikinci karn’ında da hükümet sahibinin tek başına egemenliğe sahip olma isteği, Nietzsche’nin bu düşünceleri ile anlaşılır kılınabilir. Ancak bu durumda belirtmek gerekir ki, egemenliği tek başına sürdürme tutkusu, hiçbir şekilde, özel bir dikta, bir tiranlık hali değildir. Hassan’a (2011) göre istibdat, devletin devlet olması için gerekli yönetimin, İbn Haldun’un deyişiyle “icab”ıdır (s.271). Hükm ve tek başına ululuğa sahip olma hali, İbn Haldun’da mülk siyasetinin doğal bir sonucudur.

Devletin bu ikinci tavrı, hükümdarın, devleti kurarken birlikte hareket ettikleri, asabesini bir tarafa itip, onların yönetime ortak olma girişimlerini bertaraf ederek tek adam olma arzusunu gerçekleştirdiği ve iktidarı tekelleştirdiği bir dönemdir. Bu tavırda, devletin başındaki şahıs, kendi aşiretinin ve asabiyet mensuplarının, devlete paydaş olma hallerini yok etmek üzere, kendine taraftar toplamaya, azatlılar ve devşirmeler edinmeye ve bunları artırmaya önem verir. Devletin sahibi, kendi kavmine karşı hâkimiyetini savunur ve mecd ve şana, hanesi ve ailesi mensuplarının tek başına sahip olmalarını temin eder. Ancak bu dönemde bile asabiyet tam anlamıyla çözülmemiştir, hükümdarın, devleti kurarken birlikte hareket ettiği ve zafer sağlamasına yardımcı olan kavmi artık onun karışışında güç olarak bulunurlar:

Hükümdar, hâkimiyetin talep ve tesisi yolunda evvelkilerin ve önceki atalarının karşılaşmış oldukları gibi hatta ondan daha zor sıkıntılara, asabiyetinden olanlara karşı mücadele ederken, onlarla boğuşurken ve onları iktidardan defederken katlanır, bu yolda çok çetin ve daha fazla zorluklara göğüs germek mecburiyetinde kalır. Zira evvelkiler, mülkü yabancılara karşı savunmuşlar, bu konuda ecnebilerle mücadele etmişlerdi. Verdikleri mücadele ve müdafaa işinde de asabiyet sahipleri toptan onlara arka çıkmışlardı. Şimdi kendisi ise hâkimiyet hususunda yakınlarına karşı mücadele vermekte, onlara karşı mücadelesini yürütürken, uzak ve yabancı olanlardan pek az kimse ona destek olmakta, işte bunun için de cidden zor bir işe teşebbüs etmiş bulunmaktadır (MSU, 2013, s.400).

Bu tavır, hanedanlığın harap olmakta olduğuna dair işaretlerin ilk olarak ortaya çıktığı tavırdır.

Çünkü galebeye esas teşkil eden asabiyet artık bozulmuştur. Bu durumda aşağılanmış olma ve sultanın düşmanca tavırlarına maruz kalma sebebiyle devlet ehlinin (ve hanedanlık mensuplarının) gönlü kırılmıştır, onun için hükümdara karşı kin beslemekte ve başına felaketlerin gelmesini kollamaktadırlar. Bunun vebali ve zararı devlete ait olur. Artık devletin bu hastalıktan şifa bulmasının ümidi kesilmiştir. Zira geçmişe ait hususlar ve hatalar, devletin varlığını ve kalıntılarını ortadan kaldırana kadar müteakip nesillerde pekişerek ve kök salarak devam eder (Age, s.412).

Bu dönemdeki devlet bakımından belirtilmesi gereken iki önemli değişiklik şudur: Birincisi; hükümdarın yakınlarını yönetimden uzaklaştırması nedeniyle soy dayanışması zayıflamaya başlamıştır. Hükümdar, artık yakınlık bağının doğurduğu dayanışmaya güvenemez. O, soy dayanışması yerine, kendisine sadık olan kişilerin duygu ve desteğinden doğan yeni bir dayanışmaya güvenir. Hükümdar bu doğrultuda ücretli bir ordu beslemeye başlar ve genellikle soy birliğinden kişilerin bulunmadığı bir bürokrasi oluşturur. İkinci önemli değişiklik, göçebe yaşam tarzının getirdiği alışkanlıkların unutulması ve kişisel kentsel yaşam tarzının iyice yerleşmesidir. Bu dönemde iktidarın kişiselleşmesi, kentsel yaşam tarzının bunu gerektirmesi kadar, hükümdarın, yıkılan devletin yönetim biçimine öykünmesi ile ilgilidir. Yıkılan devletin pek çok özelliği reddedilse bile, bazıları benimsenecek ve uygulanacaktır (Uygun, 2008, s.147).

5.2.3. Üçüncü Tavır: Refah ve Büyüme Dönemi

Dinlenme ve rahatlık tavrıdır. Zira artık insan tabiatının meyletmekte olduğu servete, eserlerin ebedileştirilmesine ve yaygın bir şöhrete kavuşmak gibi mülkün semerelerinden olan hususlar elde edilmiştir. Bu yüzden devletin sahibi bütün gücünü vergi toplamaya, servet edinmeye, gelir ve giderleri zapt ve tespit etmeye, nafaka ve masrafları kaydetmeye, biriktirilen servetle de ulu binalar, muazzam sanat eserleri, geniş şehirler, yüksek heykeller (abideler), inşa etmeye sarfeder. Kendilerine delege olarak gönderilen öbür milletlerin eşrafına ve diğer kabilelerin ileri gelenlerine bahşişler verir, ihsanlarda bulunurlar. Ehil ve layık olanlara iyiliklerini yayar. Bununla beraber çevresinin ve taraftarının hallerini genişletir., askerlerinin durumunu araştırarak erzakını bol bol verir, her ay kendilerine verilen maaşlarını tam olarak öder. O derece ki, merasim günlerinde bunun iz ve belirtileri askerlerin elbiselerinde, silahlarında ve üniformalarında ortaya çıkar.

Mülk sahibi, bu nitelikteki bir ordu ile sulh halinde bulunduğu devletlere karşı iftihar eder, savaş halinde bulundukları devletleri ise tehdit eder. Bu tavır, devlet sahiplerindeki istibdat(otokrasi, infirad ve istiklal) tavırlarının sonudur. Çünkü onlar bu tavırların tümünde reyleri itibari ile müstakildirler, tek başlarına karar verirler, izzet ve iktidarlarını tesis eder, kendilerinden sonra gelenlere yol gösterir(ve takip etmeleri gereken usulü izah eder)ler (MSU, 2013, s.400-401).

İbn Haldun’a göre devletin sahibi ve etrafındakiler, hanedanlığın orta dönemi olan, dinlenme ve rahatlık döneminde servet sahibi olurlar. Hanedanlığın başındaki şahıs, kavmi üzerinde istibdat kurup, onları yönetimden uzaklaştırınca, asabiyet sahiplerini vergilerden de uzaklaştırır ve onların yerine hükümdarın etrafını saran devşirmeler, devleti ayakta tutma ve yönetme hususunda ön plana çıkarlar. Bunun sonucunda, vergi gelirinin tamamına yakın kısmına sahip olan hükümdar, önemli durumlarda harcamak üzere kendisine mal ve servet yığacaktır (Age, s.545).

Bu dönem boyunca, hükümdar, otoritesini kişisel gereksinimlerini karşılamak, zengin ve rahat bir hayat sürmek, bazı kamu hizmetlerini gerçekleştirmek için kullanır. Devlet gelirleri kentlerin güzelleştirilmesi, kamu binalarının yapımı, bilimin, sanatın desteklenmesi için harcanır. Devlet bürokrasisindeki herkes dünyanın nimetlerinden bolca yararlandığı gibi, halk için de huzur ve refah dönemi olmuştur (Uygun, 2008, s.147).

5.2.4. Dördüncü Tavır: Duraklama Dönemi

Kanaat ve barış safhasıdır. Bu tavırda bulunan devlet sahibi, öncekilerin (ve atalarının) tesis ettiği şeye kanaat eder, akranı ve emsali olan hükümdarlarla sulh içinde yaşar. Bu yolda, kendinden önce gelmiş ve geçmiş olan seleflerini taklit ederek adım adım onları takip eder, iktidardaki usullerin en güzeli ile onların yoluna tabi olur. Onları taklit etme, töreyi takip etme esasının dışına çıkmanın hükümranlıklarını fesada uğratacağı, mecdi ve şanı tesis etmiş olan o zevatın bu hususta daha basiretli oldukları görüşünü taşır. (Kanun-i kadime sıkı bir şekilde bağlanırlar.) (MSU, 2013, s.401).

Bu dönemin belirgin özelliği, devletin barışçıl bir politika izlemesidir. Artık toplum savaşçılık özelliğini iyice yitirmiş, soy dayanışmasından doğan gücü çoktan yok olmuş, başka devletlerle iyi geçinmek dışında izleyebileceği bir yol kalmamıştır. Hükümdarlar, bir önceki dönemde yaşanan bolluk ve refahın sonsuza kadar süreceği izlenimine kapılır ama durum böyle değildir. Toplum yalnızca savaşçılık gücünü değil, ekonomik gücünü de yitirmektedir. İçte ve dışta atılımların sona erdiği bir duraklama dönemi söz konusudur (Uygun, 2008, s.148).

5.2.5. Beşinci Tavır: İsraf ve Tebzir

Bu tavır israf, har vurup harman savurma safhasıdır. Bu tavırda devlet sahibi hükümdar, zevkleri ve nazları yolunda eş dost, meclisinde bulunan, sohbetine katılan, düşük karakterli arkadaşlar ve çevresinde toplanan dalkavuklar için, evvelkilerin topladıkları serveti telef eder. Büyük ve önemli işlerin başına bunları getirir. Halbuki bunlar bu nevi işleri müstakilen yürütemezler, üzerine aldıkları hususlarda neyi yapmaları ve neyi yapmamaları gerektiğini bilmezler. Hükümdar, kavminden olan en önemli taraftarlarının, büyük yardımcılarının ve baba dostlarının gönüllerini kırar, onları kendine kin besleyen ve yardıma muhtaç olduğu zaman desteklerini, çeken bir hale getirir. Dost ve taraftarlarının bozulmalarına sebep olur. Askerler için ayrılan paraları, kendi şehveti ve arzuları uğrunda harcayarak zayeder, bizzat gidip ordu mensupları ile temas etmekten, ihtiyaç ve dertlerini tespit etmekten uzak kalır. Böylece selefinin tesis ettiğini tahrip ve inşa ettiklerini yıkmış olur. Bu tavırda devlette ihtiyarlık tabiatı hâsıl olur. Kolay kolay kurtulamayacağı ve çökene kadar şifa bulamayacağı müzmin bir hastalık devleti kaplar MSU, 2013, s.401).

Kandaşlığa dayanan asabiyetin yok olmasıyla, hükümdar, kendisine yardımda bulunan ve destek olan devşirmelere ihtiyaç duyar. Çünkü devlet artık ihtiyarlamıştır ve çökmeye yüz tutmuştur. Bu aşamada sultan gelirlerini, artık silahlı kuvvet ve asabiyet sahibi olan kandaşı olmayan devşirme yardımcılarına tahsis etmiştir. Devlet yönetiminde önemli görevlerde liyakatsiz memurların çalıştırılması sebebiyle, devletin gelirleri eksilir. Bu memurlar, yönetme ve koruma işlerinde sadece kendi çıkarlarını düşünürler ve sadece makam ve para için hükümdarın etrafındadırlar. Hazinelerini ve servetin devletin önemli işlerinde kullanmıştır. Artan masraf ve ihsanlar sebebiyle vergi gelirleri de azalmıştır. Hanedanlığın mala olan ihtiyacı şiddetli bir hal almıştır.

Mal ve servette meydana gelen bu azalma, hükümdarın ihsanını azaltacaktır. Hanedanlık, ekonomide en önemli pazardır, ticari faaliyetlerin merkezi konumundadır. Hükümdarın yakın çevresindekilerin, koruma görevlilerinin ve memurların, ücretlerinde ortaya çıkan bu azalma eğilimi, ekonomiyi kötü yönde etkileyecektir. Çünkü onlar, veri ekonomideki en büyük harcama kalemini oluştururlar. En büyük tüketici kesim bunlardır. Ücretlerin azalmasıyla toplam talebin düşmesi, ekonomide durgunluk meydana gelecektir. Bu da devletin vergi gelirlerinin azalmasına yol açacaktır. Bu nedenledir ki devletin harcamaları ne kadar çok olursa, gelirleri de o nispette fazla olacaktır. Şayet devlet, halktan aldığı vergiyi bir şekilde halka geri döndürmelidir. Mal, hükümdar ile kamu arasında dolaşma halinde olmalıdır. Hükümdar, bu malı gasp ederse, halkın alım gücü düşecek ve devletin vergi gelirleri azalacaktır. Bunun neticesinde de, devletin kurucu unsurlarından biri olan ekonominin çökmesi ile birlikte, devletde çöküşe doğru sürüklenecektir (Age, s.548).

Devletin, halka ağır vergiler yüklemesi, halkın üretimden el çekmesine neden olacaktır. Çünkü insanlar kazanç sağlamayacağı bir işi yapmak istemezler. Halk, hareketten kesilip oturursa ve ellerini kazanç yollarından çekerse, bayındırlık ve ekonomik gelişme ve piyasa da durur, durumlar bozulur ve halk, geçimlerini sınırların ötesinde aramak üzere, o ülkeden başka ülkelere dağılıp gitmeye başlar. Bu yüzden de o ülkenin yaşayanları azalır, yurt boşalır, kentler ve kasabalar yıkıntıya uğrar, bu çözümler ve yıkıntılar yüzünden, devlet de, devletin egemeni de sarsılır. Çünkü devlet ve devletin egemeni, temel maddesi olan bayındırlaşmanın ve ekonomik durumun dış görüntüsüdür. Temel maddesi bozulunca, ister istemez, dış görüntüsü de bozulur (Ülger, 2004, s.190).

Bu aşama, hükümdarın, devletin kaynaklarını kötüye kullanarak; seleflerinin toplayıp biriktirdiklerini, kendi ailesine, çevresine ve edindiği liyakatsiz dostlarına dağıttığı, israf, savurganlık ve tebzir halidir. Hükümdar, bu aşamada vergileri artırarak, halkın omzuna büyük bir yük yükler ve onların çalışma heveslerini kırar. Ayrıca hükümdar, asker için ayrılan paraları kendi lüks hayatını idame ettirebilmek için ve çevresindeki kötü dostlarına ayırdığı için, temel koruyucu güç olan askerlerin de tepkisini çekecek, halktan sonra askerlerin de desteğini yitirmiş olacaktır. Bu durum devlet yıkılıncaya kadar sürecektir.

5.3. DEVLETİ ÇÖKÜŞE GÖTÜREN NEDENLER

İbn Haldun’un siyaset teorisinde, devletler tıpkı insanlar gibi doğar, gelişir ve yok olurlar. Aslında bu yok oluş, tam anlamıyla ortadan kalkma olmayıp, yerini yeni bir güce bırakma olarak yorumlanabilir. Yıkılmaya yüz tutan bir devletin yerine yeni bir devletin kurulması iki şekilde gerçekleşmektedir: Merkezden uzak bölgelere yerleştirilmiş valilerin artık hanedanlığın bir parçası olmayı istemeyip isyan ederek bağımsızlıklarını ilan etmesi sonucu ya da kandaş toplum özelliklerini taşıyan, nihai gayesi mülkü elde etmek olan saldırgan yapıdaki bedevi güçler tarafından devlet son bulacaktır.

İbn Haldun, devletin başlangıçtan çöküşe kadar tek bir hal üzere kalmayacağını, sürekli olarak değişeceğini vurgulamaktadır. Bir devletin bir aşamadan bir diğer aşamaya geçerken geçirdiği değişimin nedenlerini ve her aşamada devletin temelinde ne gibi değişikliklerin vuku bulduğunu ayrıntılı bir biçimde incelemiştir.

Düşünüre göre mülk iki temel esas üzerine bina kılınmıştır: Asabiyet ve ekonomik süreç. Bu iki temel esas olan asabiyet ve ekonomik sürece dair ortaya çıkan bir aksaklık hali, devletin niteliğinin de bozulmasına yol açacaktır. Devletin bir tavırdan diğer tavra geçişine ön ayak olan asabiyet ve ekonomide ortaya çıkan bozukluklar en nihayetinde devleti çöküşe sürükleyecektir.

Devletin yıkılmasına yol açan birinci neden; hükümdarının egemenliği tekeline alması ve kendi soyunu yönetimden uzaklaştırması yüzünden asabiyetin zayıflamasıdır. Devletin kurucu unsuru olan asabiyet zayıflayınca, hükümdar, gücünü ücretli askerlere ve köle benzeri bir statüye sahip yardımcılarına dayandıracaktır. Bu kişiler, egemenin bekçiliğini, koruyuculuğunu ve destekçiliğini yapmalarının karşılığı aldıkları ücretlere, ödüllere bakar ve başka bir şey düşünmez. Ücret ve ödül karşılığında da insan kendini ölüme atmaz. Bu durum devlette güçsüzlük doğurur. Çünkü koruyucu güçlerdeki yürekliliğin gitmesi nedeniyle, devleti kuran ve koruyan topluluğun özelliği kalmamıştır:

Mülkün tabiatı şan ve ihtişamı bir kişinin inhisarına almasını gerektirir. Şan (ve mecd), asabe arasında müşterek olduğu ve onu temin için hepsinin çabası birleştiği vakit, başkalarına tagallüp ve bölgelerini savunma hususunda örnek bir azim ortaya koyarlar, yurtlarını hırsla ve cesaretle müdafaa ederler, izzet ve itibar hedefine hep birlikte yönelirler, şan ve şereflerini tesis uğrunda ölümü bile seve seve göze alırlar, kendilerini tehlikelere atmayı, şanlarının bozulmasına tercih ederler. Bunlardan biri, şanı inhisarı altına aldı mı, kendi asabiyetine mensup öbür şahısları bertaraf eder, dizginlerini çeker, onları bir yana bırakarak bütün servete ve hazineye tek başına sahip olur. Bu yüzden öbürleri gaza konusunda tembellik ve gevşeklik gösterirler, itibarları sarsılır, nüfuzları zayıflar, zilleti ve köleleştirilmeyi benimser bir hale gelirler. Bunlardan sonra gelen ikinci nesil bu durum içinde yetiştirilmiş olur. Bunlar, sultan tarafından kendilerine ihsan edilen şeyleri, koruma görevi yapmanın ve yardımda bulunmanın ücreti olduğunu sanırlar, bunun ötesine akılları ermez. (Asabiyet sahibi olma sıfatı ile devlet gelirine sultan kadar hak sahibi olduklarını kavrayamazlar.) Hâlbuki çok az kimse ücret karşılığı kendini ölüme atar. Bu suretle söz konusu husus devletin bir zaafı haline gelir, hanedanlığın şevketini kırar. Bu suretle devlet zaaf ve ihtiyarlık sahasına doğru seyreder. Zira asabiyet sahiplerindeki metanet ve dayanıklığın ortadan kalkmış olması sebebiyle artık fesada uğramıştır (MSU, 2013, s.390).

İbn Haldun, asabiyenin bozulmasını, evvela liderin kendi davranışları, sonrasında ise içtimai şartların değişmesinin gereği olarak açıklamıştır. Aslında liderin buradaki rolü de içtimai şartların gereğidir. Peki, lider neden bu şekilde davranmaktadır? Yani başlangıçta birlikte hareket ettiği ve otoritesini birlikte kurduğu asabiyesini neden kendinden uzaklaştırmak istemektedir? İbn Haldun bu sorunun cevabı için, her zaman insan doğası hakkındaki düşüncelerinden yardım almaktadır. Ona göre insanın hayvani doğasında bencillik, kibir, hükmetme gibi bir takım eğilimleri mevcuttur. İlk olarak, başkalarını hükm altına almak için kendi asabiyesinin gücünü kullanan lider, sonraki aşamada, kendi asabiyesini hükm altına alıp etkisizleştirmeye çalışır. Bu durumun ortaya çıkmasında, kendi asabiyesindeki kişilerin de etkisi vardır. Çünkü bu kişiler, sürekli olarak lideri mülküne eriştirmede kendilerinin ya da babalarının katkısı olduğunu ileri sürerek, lider için bir tehdit oluştururlar. Liderin otoritesini kendilerine de yaymak yönünde olduğunu düşündükleri her türlü teşebbüsüne karşı koyarlar ve iktidarın lidere sağladığı her türlü nimetten kendileri de faydalanmak isterler. Kısacası devlet içinde devlet rolü oynamak isterler. Lider bu durumu anladığı an itibariyle, onları ortadan kaldırmaktan başka bir şey düşünmez. Bu insan doğasından kaynaklanan iki etken dışında bir de mülkün doğası bu olayda önemli bir rol oynar. İbn Haldun, mülkün doğasının tek başına hükm sahibi olmayı gerektirdiğini belirtmiştir. Çünkü toplumda birbirinden farklı ideolojilerin olması toplumun yok olması sonucunu doğurabilir (Arslan, 2014, s.123).

Devletin yıkılmasına yol açan ikinci neden ekonomiktir: Kentsel yaşam biçimini karakteristik özelliklerinden biri olan gösterişli ve lüks yaşam; zamanla mevcut üretim biçimiyle sürdürülemeyecek hale gelir. Devletin gelirleri, giderlerini karşılamaz olur. Ekonomik alandaki bu zayıflama, başta devletin savunma gücü olmak üzere pek çok alanı olumsuz yönde etkiler. Ekonomik anlamda çöküşü tetikleyen unsur ise yaşanan tüketim çılgınlığıdır. Aslında bu günümüzde de böyledir. Bu durumu Schumacher pek güzel bir şekilde dile getirmiştir: “Modern ekonomist, yaşam düzeyini yıllık tüketim miktarlarıyla ölçmeye alışkındır; daha çok tüketen insanın, daha az tüketen insandan ‘daha iyi durumda’ olduğunu varsayar” (Schumacher, 2010, s.43). İbn Haldun’un teorisinde, bedevilikten hadarîliğe geçiş süreci, sade yaşam tarzının terk edilip, gösterişli ve aşırı tüketime dayalı hadarî hayat tarzının benimsenmesiyle birlikte gelişme ve ilerleme olarak görünen bu değişim aslında, kaçınılmaz olarak çöküşün habercisidir.

Devletin gelirlerinin giderleri karşılayamaması, önce ekonomik yapıyı, sonra da askeri yapıyı zayıflatarak devletin yıkılış sürecini hızlandırır. Düşünür, bu yıkılışı önleyebilmek için devletin iki önlem alabileceğinden bahseder. İlk olarak masrafların kısılması gerekmektedir. Fakat bu önlem tam anlamıyla başarılı olamayacaktır. Çünkü yöneticilerin, memurların, askerlerin ücretlerinde olacak herhangi bir kısıntı, onlarda hoşnutsuzluk yaratacak ve bu kişilerin hükümdardan uzaklaşmasına yol açacaktır. Özellikle nesep asabiyetinin tüm etkisini yitirdiği devletin bu aşamasında, hükümdarların paralı askerlerle güvenliği sağladığı ve yardımcılarının para için kendisine yardım ettiği hatırlanırsa, onların ücretinde kısıntı yapmanın daha büyük sorunlar yaratacağı kolayca anlaşılır. Hükümdar, masrafların kısılması hususunda kendisi örnek olmak istese, buna da muvaffak olamayacaktır. Hükümdar, kendi gösterişli yaşamında kısıntı yapamayınca, “halk hükümdarın dini üzeredir” özlü deyişinin de ifade ettiği gibi, bu uygulamayı devlet görevlilerinden ve halktan beklemek gerçekçi olmayacaktır. Giderleri karşılamak için alınabilecek ikinci önlem, gelirleri artırmanın bir yolu var, o da vergiler koymaktır (MSU, 2013, s.391). Ancak İbn Haldun bu önlemin de muvaffak olamayacağını belirtir. Çünkü yüksek vergiler, üreticileri o işi yapmaktan uzaklaştıracak ve üretim faaliyetlerinin azalmasına yol açacaktır. Hiç kimse kazanç sağlayamayacağı bir işi yapmak istemez. İbn Haldun, ekonomik faaliyetlerden üreticilerin el çekmesi, açlık ve kıtlığın ortaya çıkması doğuracaktır (Age, s.569-570). Bu da ekonomi ve umran için yok oluşun başlangıcını haber vermektedir.

İbn Haldun siyasi gelişme ve olgunlaşma çağlarında istihsal(üretim) cephesinin sağlam ve ayak üstü kalmasını ve kalamayacağını gösteren bir çok müşahedelerini(gözlem) sıralıyor: Başta “zabt ve siyaset” hususunun gittikçe zayıflaması; mütegallib, istismarcı sınıfların istihsal kaynaklarını boydan boya soyma ve sömürmeleri ağır vergiler; geniş ölçüde servet ve sermaye tahribi ve bütün bunların sonunda istihsalci(üretici) sınıflarda bezginlik belirtileri… Büyük medeniyetlerin son çağlarında mutat olan bu haller, İbn Haldun’a göre kıtlık ve darlıkların hızlandırılmasına birinci derecede müessir olmaktadır (Ülgener, 2006, s.41).

Devletin yıkılmasına yol açan üçüncü neden ise şehir uygarlığının, devleti yönetme yeteneğini köreltmesi, yozlaşmaya ve ahlaki çöküntüye yol açmasıdır. Gösterişli kent yaşamı, zamanla kırsal yaşam biçiminin bütün izlerini siler. Kırsal yaşamın kendine yeterliliği, sadeliği, cesareti, özveriyi, bireysel olmayışını temel alan gelenek ve görenekleri unutulur. Oysa devlet kırsal yaşam biçiminin unutulan bu erdemleri sayesinde ortaya çıkmıştır (Uygun, 2008, s.151).

“Mülk sahipleri asabiyet mensupları, rahatı, huzuru ve sükunu huy ve alışkanlık haline getirince, tüm alışkanlıklarda ve adetlerde olduğu gibi, bu onların tabiatı ve cibilliyeti durumuna gelir. Sonra onlardan gelen yeni nesiller de rahat ve refah beşiği içinde ve mutlu bir şekilde yetişir. Vahşi nitelikteki huyları değişir, kuvvetli bir metanete, sağlam bir mukavemete, yırtıcılığı alışkanlık haline getirmeye, çöllerde at koşturmaya, sahralarda yol bulmaya imkân vermesi bakımından mülklerine esas teşkil eden bedeviliği unuturlar. Onun için bunlarla sokaktaki hadari adam arasında, ustalık(kıyafet) ve maharetten başka bir fark kalmamıştır. Bu yüzden koruyucu kuvvetleri (hâkimiyetleri, military) zayıflamış, metanetleri yok olmuştur, şevkleri ve heybetleri silinmiştir. Bunun vebalini ve zararını devlet çeker, zira bu gibi haller devlete ihtiyarlık elbisesini giydirir. Sonra onlar lüks nevinden adetler, hadarilik, sükûn ve rahat içinde yaşamaya devam ederler. Bütün hallerinde sultanın çevresindeki incelik ve zarafet görülür, bu haller içinde yüzerler. Onlar bu halde iken bedevilikten haşin olmaktan uzaklaşır, tedricen kalabalıktan sıyrılırlar, cengâverliğe ve müdafaaya esas teşkil eden kahramanlıkla ilgili huylarını unuturlar. Nihayet şayet varsa diğer bir haminin cengâver kabilenin iyali ve tebaası haline gelirler (MSU, 2013, s.391-392).

Umrânı çökerten hususların en büyüklerinden biri de tebaaya haksız çalışma mükellefiyeti getirmek ve emeklerini haksız çalıştırmak suretiyle gasp ederek, halkın elindeki malları en alt sınırdan ucuza satın alıp, en üst derecede yüksek fiyatla onlara geri satmak, halka angarya yüklemek ve halkın emeğinin gasp edilmesidir. Bu durumda halk ve esnaf, pahalıya aldıkları malları, istif edecek ve piyasada o mallara karşı artan bir talep söz konusu olduğunda satmak üzere, alışverişte uğradıkları bu zararı telafi etmeyi düşüneceklerdir. Fakat bu arada zorunlu olarak bir miktar mala ihtiyaç duyduklarından, piyasa durgun iken, kendilerine yüksek maliyete mal olan malların bir kısmını çok ucuz bir fiyata satmak zorunda kalacaklardır. Bu alışveriş muamelesinde ortaya çıkan zararı da sermayelerinden ödeyeceklerdir. Bu durumda zarar ve ziyan tüm halk tabakasına etki edecektir. Bireyler, iktisadi faaliyetlerinde kâr amacı güderler. Bireyler kâr elde edemeyeceklerini anladıklarında, iktisadi faaliyetten ellerini çekerler, piyasada durgunluk hâsıl olur, halkın geçim işleri alt üst olur, bunun sonucunda da devletin vergi gelirlerinde azalma meydana gelir. Devletin gelirlerinde meydana gelen bu azalma ise umrânın harap olması ve hanedanlığın yok olma tehlikesini ortaya çıkarır. İbn Haldun, halkın emeğinin bu şekilde gasp edilmesinin, şeriatta da yasaklandığını, haram kılındığını belirtmektedir (Age, s.552-553).

Devleti çöküşe sürükleyen bir diğer etken ise ahlaki niteliklidir. Tarih içerisinde şehir insanına yöneltilmiş en ciddi eleştirilerinden birinin sahibi İbn Haldun’dur. Bedevi umran seviyesinde yaşayan insanlardan, cesur, kendine güvenen, kanaatkâr, yardımsever, bencil olmayan, namuslu, dindar vb. sıfatlarla bahseden İbn Haldun, şehir insanını ise haris, korkak, tembel, bencil, müsrif, vb. gibi sıfatlarla anar. Kısacası ahlaki bakımdan ne kadar olumsuz nitelik varsa, bunlar şehir insanında bulunmaktadır. Şehir uygarlığı, insanın fiziksel ve ruhsal niteliklerinde bozulmalara yol açmaktadır. Bu durum ise uygarlığın temellerinin tahrip olmasını başlatan birçok olayı meydana getirmektedir (Arslan, 2014, s.134).

Sonuç olarak, İbn Haldun devletin çözülme sürecinin üç temel nedeninden bahsetmiştir. Bunlar asabiyenin çözülmesi, ekonomi ve ahlaki nitelikli etkenlerdir. Bunlardan en önemlisi şüphesiz ekonomidir. Ekonominin bozulması pek çok toplumsal kurumunda bozulmasına neden olacaktır. Devletin gelir gider dengesinin iyi ayarlanamaması sonucu iktisadi yapıda meydana gelen bozukluk devleti çöküşe götüren en önemli etkendir.

5.4. TAVIRLAR TEORİSİNE YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER

İbn Haldun’un geliştirdiği bu devlet teorisi Mukaddime’nin en çok eleştiri alan kısımlarındandır. Tavırlar teorisinde, toplumu ve devletin ömrünü açıklamak için, insan ömrüyle ilişkilendirmesi ve devlete 120 yıl gibi bir süre biçmesi açısından organizmacı, son tahlilde alınacak bir takım önlemlerle devletin sadece süresinin uzatılabileceği ancak çöküşünün engellenemeyeceği şeklindeki açıklaması ile pesimist(kötümser) ve fatalist(kaderci) olarak nitelendirilmiştir.

İbn Haldun’u yorumlayan çoğu kimse, onun “organizmacı” görüş taşıdığını ya da görüşünün “organizmacı” olduğunu ileri sürer (Dursun & Hassan, 2012, s.35). İbn Haldun’un, devletin ömrü ile insan ömrünü ilişkilendirmesi ve devletin ihtiyarlık halinden kurtulması için bir takım önlemlerin alınabileceğini, ancak bunun, çöküşü sadece geciktireceğine dair düşüncesi, yanlış yorumlamalara neden olmuştur. Çünkü İbn Haldun devletlerin çöküşünü salt anlamda ortadan kalkma olarak yorumlamamıştır. İbn Haldun’u en çok eleştiren sosyologlardan biri olan Taha Hüseyin’e göre İbn Haldun’un tavırlar teorisinin özü şu şekildedir:

(İbn Haldun’a göre)Toplum genel niteliğiyle bir ırmağa benzetilebilir. Yatağı hiçbir zaman kurumayan bir ırmağa. Kesintisiz yenileşerek akıp gittikten sonra denize her dökülüşünde yeni olarak dökülen bir ırmağa. Bu ırmak, çölden ya da kırsal bir kesimden çıkar. Yatağında ilerlerken tepelere rastlar ve eğilmek zorunda kalır. Yengi ve yenilgi dönemleri budur işte. Irmak tepeleri geçmeyi başardığında doğrultusunda çok daha güçlü olarak akışını sürdürür, işte tam bu sırada kentsel yaşamın çeşitli iş ve uğraşlarının doğum sancısını çekmektedir toplum. Irmak ilerler, ama bir gün işin sonuna gelir, akışını yavaşlatır, sonunda durur. O sırada da deniz yutar ırmağın sularını. Ama denize dökülenleri, (aynı ırmağın yatağında) yeni sular izler ve hemen yeni sular akar. (Dursun & Hassan, 2012, s.39)

Süleyman Uludağ’ın, tavırlar teorisine dair şu tespiti oldukça önemlidir:

“İbn Haldun, bir devletin tabii ömrü 120 senedir, derken, devleti kuran ve idare eden belli bir sülaleyi ve hanedanlığı kastetmektedir, istisnai haller dışında, bir hanedanlığın ve sülalenin, güçlü ve itibarlı olarak 120 seneden daha uzun süre elde tutması, mümkün ve vaki olsa bile, nadir bir hadisedir ve istisnalar kaideyi bozmaz” (MSU, s.395, 7. Dip).

5.5. TAVIRLAR TEORİSİ İÇERİSİNDE BÜROKRASİNİN GELİŞİMİ

İbn Haldun, devletin geçirdiği aşamalar ile bürokrasi arasında ilişki kurmuş, devletin zamanla çok kurumlu bir yapı haline geçişini incelemiştir. “Bürokrasinin doğuş ve değişme sürecini incelerken devletin gelişimi ve değişimi konusundaki teorik görüşlerinin bir uygulamasını gerçekleştirmiştir. (Hassan, 2011, s.275)

İbn Haldun, hanedanlığın ilk ve son dönemlerinde kılıcın, orta dönemlerinde ise kalemin üstün geldiğini belirtmektedir. Bunun nedeni ise, hanedan mensuplarının, devletin ilk dönemlerinde hâkimiyetlerini kurabilmek için, son dönemlerinde ise devleti düştüğü sıkıntılı durumdan kurtarmak, himaye ve müdafaa edebilmek için, kalemden çok kılıca ihtiyaç duymaktadırlar. “Bu dönemde kalem sadece hizmetçi iken, kılıç bir ortaktır” (MSU, 2013, s.507-508). Yani devletlerin ilk ve son dönemlerinde askeri bir idare söz konusudur.

Hanedanlığın orta dönemlerinde ise kalem belirgin bir şekilde üstün gelir. Bu dönemde devlet kurulmuş ve oturmuştur. Hâkimiyetini kurmuş olan hanedanlık sahibi, artık, maliye, muhasebe, dış politikalar gibi hususlarda, kaleme mutlak ihtiyaç duyar. Devlet artık çok kurumlu bir yapı haline dönüşür. Devletin bu döneminde sivil bir idare söz konusudur. “Sulh döneminde itibarın son haddine ulaşan sivil idare, devlet yıkılmaya yüz tuttuğu zaman önemini yitirmeye başlar. O önem kaybettiği nispette askeri daire önem kazanır” (MSU, 2013, s.508). Özetle; İbn Haldun’un siyaset teorisi, kılıç ve kalem’e ilişkin değerlendirmeleri de yansıtmaktadır.

Kübra Ayşe AYDIN
Maltepe Üniversitesi/ İktisat Bölümü

SON YAZILAR
İLGİLİ HABERLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.