I. BÖLÜM
1. İBN HALDUN’UN HAYATI VE BİLİMSEL KİŞİLİĞİ
1.1. İBN HALDUN’UN HAYATI
Ortaçağ Arap-İslam düşünürlerinden olan İbn Haldun 1332 yılında Tunus’ta dünyaya geldi. Tam adı “Velieddin Abu Zaid Abdurrahman İbn Muhammed İbn Haldun”dur. İslam kültür mirasında örneği çok görülmeyen otobiyografisinde soy kütüğünü şu şekilde belirtmiştir: “Abdurrahman bin Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin el-Hasan bin Muhammed bin Cabir bin Muhammed bin İbrahim bin Abdurrahman bin Haldun” (İbn Haldun, 2011, s.15).
İbn Haldun, soylu bir ailenin çocuğudur. Ataları, Endülüs’te önemli devlet görevlerinde bulunmuşlardır. Aynı zamanda Haldunoğulları, ilmi faaliyetlere de çok büyük önem vermiştirler. İbn Haldun ilköğrenimini, döneminin aydınlarından olan babasından almıştır. Ailesinin toplum içerisindeki saygın konumu sayesinde, medreselerde iyi düzeyde eğitim görmüştür.
İbn Haldun henüz yirmili yaşlarında, yoğun bir biçimde politikaya karışmıştır. Yaşamı boyunca sır katipliği, vezirlik, sadrazamlık, elçilik, kadılık, müderrislik gibi önemli görevlerde bulunmuştur. 43 yaşına geldiğinde, aktif politika hayatına son verip kendini ilmi faaliyetlere adamıştır. Bu süreçte, el-İber’in girişi olan Mukaddime ’yi yazmıştır. Elli yaşında Mısır’a yerleşerek, ölümüne dek burada kalan İbn Haldun, kadılık, müderrislik gibi önemli görevlerde bulunmuştur.
Çok hareketli bir yaşam süren İbn Haldun, karakterindeki Makyavelist tutum nedeniyle birçok eleştirilere maruz kalmıştır. Şahsi menfaatleri doğrultusunda, pek çok saf değiştirmiştir. İbn Haldun’un bu hareketli yaşamı, dezavantaj gibi görünmesine rağmen, ona, kuramsal olgunluk açısından avantaj sağlamıştır. Bu yaşamı sayesinde, çeşitli toplumsal yapıları ve siyasal örgütlenme biçimlerini içeriden izlemiştir. İbn Haldun’un ilmi, siyasi ve askeri faaliyetler ile dolu çalkantılı ömrü 16 Mart 1406’da Kahire’de son bulmuştur.
1.2. İBN HALDUN’UN BİLİMSEL KİŞİLİĞİ
İbn Haldun’un Mukaddimesi, değerinin teslim edilmesi için uzun yüzyıllar beklemiştir. Mukaddime, yazıldığı dönemde hemen anlaşılmayıp, halef bulamasa da, ilerleyen dönemlerde, özellikle “tarih yüzyılı” olarak adlandırılan XIX. asırda, bilhassa Batılılar tarafından fark edilmesinin akabinde, eserin büyüklüğü ortaya çıkmıştır.
Osmanlı düşünürlerine büyük tesir eden İbn Haldun, bu vasıta ile Batı’da tanınmaya başlamıştır. Osmanlı siyasetçi ve tarihçi Giritli Ahmet Resmî Efendi, döneminin dış işleri görevlilerinden olup III. Osman’ın vefatıyla tahta çıkan III. Mustafa’nın tahta çıkışını tebliğ etmek üzere Viyana’ya gönderilmiş ve daha sonra Berlin sefiri olmuştur. Bu seyahatine istinaden yazdığı Sefaretname’ si, Joseph Von Hommer-Prugstall tarafından Almanca’ya çevrilmiştir. Ahmet Resmî Efendi bu eserinde Prusya’nın Avusturya üzerindeki üstünlüğünü açıklamak üzere İbn Haldun’un Mukaddime’sinden faydalanmış ve onun ismini zikretmiştir (Okumuş, 2009, s.114). Joseph Von Hommer, İbn Haldun’u Arapların Montesquieu’su olarak adlandırmıştır.
Osmanlı düşüncesinde çarpıcı bir etki yaratan İbn Haldun, özellikle Mustafa Naîmâ, Kınalızâde Ali Efendi, Kâtip Çelebi, Cevdet Paşa gibi bilginlerin düşüncelerinin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Okumuş’a göre birçok Batılı bilim adamı da İbn Haldun’un düşüncelerinden yararlanmış ancak bunu Osmanlı bilgin ve düşünürleri gibi açık yüreklilikle ifade etmemişlerdir. Esasen Batı, İbn Haldun’a ilgisini XIX. Yüzyıldan itibaren belli etmeye başlamış, XX. yüzyılda Rosenthal’ın Mukaddime çevirisiyle bu ilgi doruk noktasına ulaşmıştır. Osmanlı bilginleri arasında ise İbn Haldun’a olan ilgi eski etkisini yitirmiş, ancak Batı’da İbn Haldun üzerine araştırmaların artmasıyla birlikte, XX. yüzyılın ilk yarısından itibaren İslâm dünyasında tekrar artmaya başlamıştır.
Mukaddime, ansiklopedik bir eser niteliğinde olup, İbn Haldun’un çok disiplinliliğini göz önüne sermektedir. Özellikle birbirine tamamen zıt ideolojilerin, İbn Haldun’u kendi ideolojilerine mal etme çabaları, İbn Haldun’un eserinin büyüklüğünü ortaya koyar. Toplumların arasındaki farklılıkların iktisadi örgütlenme biçimleri arasındaki farklılıklardan ileri geldiğini belirtmesi, toplumları iki döneme ayırarak incelemesi ve emek gibi bazı iktisadi konulardaki düşünceleri ile Marksistlerin ilgisini çeken İbn Haldun, ekonomide devlete biçtiği rol ve özel mülkiyet hakkını savunması ile de liberallerin dikkatini çekmektedir. Ülkemizde önceleri sol kesim tarafından incelenen İbn Haldun zamanla muhafazakârlar arasında da ilgi uyandırmış ve pek çok araştırmalara konu olmuştur. Bu perspektiften bakıldığında İbn Haldun’un oldukça geniş bir düşünce sistemine sahip olduğu görülecektir.
İbn Haldun’un eserinde ilmi umrânın çatısı altında incelediği konular, modern dönemde bilimsel uzmanlaşma sonucu, sosyal bilimlerin alt dallarına bölünerek incelenmiştir. Onun Mukaddime’de ele aldığı konular, günümüzde, antropoloji, demografi, dinler tarihi, tarih felsefesi, siyaset sosyolojisi, fizik, kimya, biyoloji, astroloji, jeoloji gibi alt dallara ayrılarak incelenmektedir. Lacoste’a göre Mukaddime, tek bir insanın yapıtı olduğu düşünüldüğünde dev bir çalışmadır (Lacoste, 2012, s.178).
1.3. DÜŞÜNÜRLERİN İBN HALDUN HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Mukaddime’nin bilimsel içeriği oldukça zengindir. İbn Haldun, kısa adı el-İber olan dünya tarihine dair yazdığı yedi ciltlik eserinin giriş kısmı olan Mukaddime ’de iktisat, sosyoloji, siyaset, demografi, astronomi, matematik, mantık, bilgi sosyolojisi, psikoloji, coğrafya, tarih, felsefe, urbanizm, din gibi bilim alanlarında önemli fikirlere yer vermiştir.
Araştırmacıların büyük kısmı onu, tarih felsefesinin ve siyaset sosyolojisinin öncüsü olarak kabul etmektedirler. İbn Haldun’un Mukaddimesi’ndeki bu içerik zenginliği, döneminin bütün bilimsel ve felsefi konularına eğilmesi, Henry Corbin tarafından, İslâm ansiklopedisti olarak nitelendirilmesi sonucunu doğurmuştur (Corbin, 2001, s.277-278). Aynı zamanda Corbin (2010) İbn Haldun’un İslâm felsefesinin geleneksel tutumundan ayrı olarak, toplumsal ve politik olaylara kendi özgün çerçevesinden bakmış olduğunu vurgulayarak, Batılılar keşfetmeden önce takip edilmemiş bir düşünür olduğunu belirtmiştir.
İbn Rüşd’ten sonra İslam felsefesinin çölün kumları arasında kaybolduğu, kabul gören bir görüştür. Bu görüşe göre aşağı yukarı iki yüzyıl sonra bu çölde sadece İbn Haldun’un eşsiz kişiliği ortaya çıkmıştı. O geleneksel İslâm kültüründen kopmuş ve maalesef hiç kimse tarafından takip edilmemiş bir öncü olarak selamlanmaktaydı. Ondan sonra yine çöl hüküm sürmüştü (s.61).
İskoçyalı oryantalist Hamilton Alexander Rosskeen Gibb, İbn Haldun’un tarih alanında bir deha olduğunu ve onun tarihsel yöntem problemine bilimsel ve yaratıcı bir yaklaşım getirdiğini vurgularken, Öncü, İbn Haldun’un tarih disiplinini ayrı ve bağımsız bir bilim olarak kurduğunu söylemektedir. (Gibb, 2006, s.123, Öncü, 1993, s.16) Prof. Dr. W. Barthold’a (2012) göre, İbn Haldun’un Mukaddime’si bir nevi tarih felsefesi mahiyetinde olup vakaları yukarıdan ve bütünü ile görmek kabiliyetine malik olan İbn Haldun, kendi zamanına göre oldukça önemli, bir nevi sosyoloji tecrübesi vücuda getirmiştir (s.157). Barthold, onu tarih felsefesinin, daha doğru bir ifade ile sosyolojinin ilk büyük kurucularından saymanın hiç yanlış bir yaklaşım olmayacağını belirtmiştir (Age, s.170) Barthold gibi Ülken (1998) ve Rodinson’da (2011) İbn Haldun’u 14. yüzyılın büyük sosyolog ve tarih filozofu olarak görmektedirler (s.283, s.11-26). Braudel, Hançerlioğlu ve Fındıkoğlu ise İbn Haldun’un bir sosyolog olarak kabul etmektedirler (Say, 2011, s.253, Hançerlioğlu, 2013, s.194, Fındıkoğlu, 1958, s.21).
Süleyman Uludağ, 14. asırda İbn Haldun’la doğan sosyolojinin, 5 asırlık aradan sonra 19. asırda Comte ile birlikte yeniden doğduğunu belirtmektedir. İbn Haldun, kendi sosyo-ekonomik teorisini hiç kimseden etkilenmeden kurduğu halde, Comte’u hazırlayan ve ona malzeme veren birçok tarihçi, iktisatçı, sosyal bilimci ve filozof olduğunu belirtmiştir. (MSU, 2013, s.124) Altan Çetin’e (2012) göre de İbn Haldun’un yeni bilimi, çağdaş anlamda toplumu inceleyen bir bilimdir. “İbn Haldun’un toplumbilimsel bir tarih (ilm-i tabiat-ı umrân) yaklaşımı olduğu da ona dair bilinenler arasındadır. (…) Burada nihai olarak ifade edilmesi gereken bir husus da, modernin merkezinde ana kavramın “sosyal”, İbn Haldun’da ise “umrân” yani medeniyet olduğudur” (s.88).
Satı El-Husrî’de (2001) İbn Haldun’un sosyolojinin kurucusu olduğunu belirtmiş ve bu iddiasını destekleyecek bir takım nedenler ortaya koymuştur. Husrî’ye göre İbn Haldun ilk olarak “insan toplumunu” bağımsız bir ilmin konusu haline getirmenin gerekliliğini vurgulamış ve bu ilme “Umrân ilmi” adını vermiştir. İbn Haldun bu ilmin kapsamını şaşılacak kadar açık bir biçimde belirlemiştir. Çünkü devleti, kazancı, ilimleri ve sanatları umrân ilminin kapsamına dâhil etmiş, bütün bunları umrân ilminin meseleleri olarak görmüştür. İkincisi, İbn Haldun sosyal ahvalin(olayların) bir takım sebep ve illetlerden kaynaklandığına tam olarak inanmış ve bu sebep ve illetlerin birinci derecede umrânın tabiatına, diğer bir deyimle toplumun tabiatına ait olduklarını kavramıştır (s.112-113). El-Husrî, bu iki maddeye dayanarak İbn Haldun’un August Comte’dan dört buçuk asır evvel sosyoloji biliminin temellerini atmış olduğunu belirtmiştir (age, s.116).
İbn Haldun’un daha çok sosyoloji ve tarihin bilim olarak ortaya çıkışında öncü bir konumda olduğu belirtilmişse de bazı düşünürler onu ekonomi disiplininin öncülerinden biri olarak görmüştür. Osmanlı düşünce sistemine büyük bir etki ettiği görülen İbn Haldun, Mithat Paşa tarafından ekonominin öncülerinden biri olarak görülmektedir. Mithat Paşa, Cevdet Paşa’ya yazdığı mektupta, İbn Haldun’un, Batılılardan asırlarca önce konuyla ilgili orijinal fikirler ortaya koyduğunu belirtmektedir (Okumuş, 2009, s.121).
Şeyhülislam Pirizâde’ nin eksik bıraktığı Mukaddime çevirisini tamamlayan Cevdet Paşa ise çevirisine yazdığı önsözünde İbn Haldun’un tarihçi yönüne dikkat çekmiş ve hakkındaki düşüncelerini şu şekilde ortaya koymuştur:
İbn Haldun, her işittiğini kağıda döken ve tarih kitaplarını bir takım hurafelerle dolduran tarihçileri eleştirir ve rivayetlerin doğrusunu yanlışından ayırmakta tek ölçü tanır: Naklolunan bir maddenin niçin ve nasıl ortaya çıktığını araştırıp sonuca varır.” Başka bir tabirle anlatılan herhangi bir olay veya tasvir edilen herhangi bir kurum soyut olarak değil, beli bir devir içinde ele alınmalıdır. Toplum hayatının sebep olduğu değişiklikler belirtilmeden, (Cevdet Paşa’nın ifadesiyle) insanların bir araya gelmesi dolayısıyla ortaya çıkan durum zapt edilip anlaşılmadan aydınlığa varmak imkansızdır. “Abdurrahman bin Haldûn nam allame-i zû fünun” bu inceliği anlayıp medeniyete arız olan ahvali altı bölüme indirerek bağımsız bir ilim kurmuştur. Kendi icadı olan bu fenn-i müstakil, tarih için bir mihenk-i sahihu’l-ayardır (Age, s.121-122).
Ünlü düşünürlerimizden Namık Kemal’de Osmanlı Tarihi adlı eserinde İbn Haldun’dan bahsetmiş, onun çok büyük bir bilgin olduğunu, tarih ilminin kurucusu olduğunu, devletlerin ömrüne dair yanlış bir saptamada bulunmasına rağmen, bu durumun onun eserinin büyüklüğünü gölgeleyemeyeceğini belirtmektedir (Age, s.131).
İbn Haldun içinde yaşadığı tarihsel koşullar altında bir devlet kuramı oluşturmuş, tarihsel olguları, çağının toplumsal ve politik sorunlarını, özellikle Kuzey Afrika ve İslam devletlerinde kabile çatışmalarının kapsamlı analizini yaparak, devletlerin doğuş, gelişme ve çöküş sebeplerini ve buna zemin hazırlayan toplumsal örgütlenmenin geçirdiği evreleri ve her bir evrede meydana çıkan değişiminin nedenlerini, karşılıklı etkileşim içerisinde determinist bir yöntemle incelemiştir. İbn Haldun’un insan ve toplum hayatında rol oynayan etkenleri saymakla kalmayıp bunların derinliklerine inerek, tarihten sosyolojiye kadar uzanan birçok bilim dalının öncülüğü yaptığını belirten Gürkan’a (2013) göre, “İbn Haldun toplum ve devleti, yaşam koşullarını ve bunların birbirleriyle olan karşılıklı ilişki ve etkileşimlerini gerçekçi açıdan ele almış, sebep-sonuç ilişkileri içinde irdelemeyi bilmiş bir İslâm düşünürüdür” (s.69).