II.Dünya Savaşı’nın sonuna kadar dünya siyasi ve ekonomik tarihinde üstünlüklerini devam ettiren Avrupa Devletleri, bu olaydan sonra ABD ve SSCB’ye kaptırdıkları hegemon güçlerini tekrardan kazanamamışlardır. Savaştan sonra ekonomisi başta olmak üzere birçok alanda geri planda kalan Avrupa’nın büyük güçleri olan İngiltere ve Fransa, diğer Avrupa devletlerine nazaran güç mücadelesinden daha fazla etkilenmiştir. 18. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa ve dünya sistemine yön veren bu iki devlet açısından tekrar eski günlere dönmek, büyük bir önem taşımaktaydı. Bu amaçla Avrupa’nın bütünleşmesinin ve dönüşümünün sağlanması açısından, bir entegrasyon modelinin kurulması fikri ortaya çıkmıştır. Bu fikrin ortaya çıkmasında İngiltere’nin etkisi söz konusu olmuştur. 1946 yılında dönemin İngiltere Başbakanı Winston Churchill tarafından yapılan ‘’Zürih Konuşması’’nda Avrupa entegrasyonu fikri, Avrupa devletleri arasındaki savaşların önlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Bu bağlamda kurulan AKÇT, AET ve EURATOM’un etkisiyle birlikte 1957 yılında imzalanan Roma Antlaşması, Avrupa bütünleşmesinin kurumsal temellerini oluşturmuştur.
İngiltere’nin Avrupa bütünleşmesinin kavramsal felsefesini belirtmesine rağmen Avrupa Topluluğu’na üye olmaması, İngiltere’nin tarihsel ve coğrafi rolüyle ilgilidir. İngiltere, ‘’Kıta Avrupası’’ olarak adlandırılan diğer Avrupa devletlerinden Manş Denizi sayesinde ayrılmış durumdadır.[1] Bu nedenle Avrupa sorunlarına II.Dünya Savaşı’ndan sonra daha az duyarlı olmuş ve bir nevi ABD’nin Monroe Doktrini’ni benimsemiştir. Böylece İngiltere, yine kendi gibi Topluluk’a üye olmayan devletlerle EFTA isminde ekonomik temelli bir örgüt kurma yolunu seçmiştir.[2] İngiltere, EFTA’dan beklediği ekonomik gelişmeyi sağlayamamıştır. Ayrıca AET’nin yakaladığı ekonomik büyüme de İngiltere’yi cezbeden bir başka faktör olmuştur.
İngiltere açısından AET’ye üyelik süreci, sancılı bir dönemi ifade etmektedir. Tarihsel nedenlerle İngiltere’ye düşman olan Fransa ve onun lideri De Gaulle’ün engellemeleri nedeniyle İngiltere ancak 1973 yılında Topluluk’a üye olabilmiştir.[3] Topluluk açısından ilk genişleme dalgası olarak da ifade edilen İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nın üyeliği, Avrupa Toplulukları açısından günümüze kadar sürecek bir evrimin başlangıç noktası olmuştur. İngiltere özelinde Topluluk’un verdiği tavizler, “Avrupalılık” felsefesine aykırı düşmekteydi. Bu tavizler arasında İngiltere’nin Schengen Anlaşması’nı imzalamaması, ortak payda etrafında buluşma konusunda Topluluk üyesi devletler açısından sıkıntılı bir durum oluşturmuştur. İngiltere’nin bu ayrıcalıklı durumu, 1980’li yıllarda da kendisini göstermiştir. Dönemin İngiltere Başbakanı ‘’Demir Leydi’’ lakaplı Margaret Thatcher, 1990 yılındaki bir AT Zirvesi’nden dönüşte Avrupa entegrasyona karşı olduğunu belirtmiş ve Avrupa’nın temel değerlerinden olan serbest dolaşımın sınırlandırılmasını da istemiştir.[4] Bu çıkış, aynı zamanda İngiltere kamuoyunda Avrupa karşıtlığının dillendirilmeye başlanmasını sağlamıştır. İngiltere açısından bu durum bir sürpriz değildir. Çünkü, 1973 yılındaki üyelik sonrasında da İngiliz halkı arasında Avrupa Topluluğu içerisinde kalınması konusunda bir refrandum yapılmış ve bu referandum Muhafazakar Partililer tarafından ‘’hayır’’ oylarıyla sonuçlanmıştır.[5]
İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılması konusunda en ciddi gelişmeler ise 2010 yılında yapılan genel seçimlerde David Cameron liderliğindeki Muhafakazar Parti’nin Liberallerle kurduğu hükümet döneminde söz konusu olmuştur.[6] Avrupa Birliği’nin 2000’li yılların başında ortak para sistemine geçmesiyle birlikte Euro’nun kullanılması, Birlik’in ekonomi ve mali politikalarında önemli değişikliklere yol açmıştır. Ancak İngiltere’nin Euro yerine Sterlin kullanmaya devam etmesi, Birlik içerisindeki farkını göstermiştir. Bu farklılık, İngiltere’nin Birlik’e değil, Birlik’in İngiltere’ye ihtiyacı olduğu söylemini somut hale getirmiştir. İngiliz kamuoyunda bu nedenler ışığında Avrupa karşıtlığı ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu karşıtlığın politikadaki temsilcisi Muhafazakar Parti, AİHM’nin İngiliz yasalarından üstünlüğünü belirten 1997 tarihli İnsan Hakları Yasası’nın kaldırılması, serbest dolaşım hakkının sınırlandırılması ve Birlik sınırlarının daha keskin çizgilerle belirlenmesi başlıkları altında söylemlerini sertleştirmiştir. Bu sertlik, Mayıs 2015 genel seçimlerinden önce Muhafazakar Parti lideri ve Başbakan David Cameron’ın söylemlerinde de görülmüştür. Bunun somut örneği olarak, seçimlerden partisinin zaferle çıkması halinde İngiltere’nin AB üyeliğini 2017 yılı sonuna kadar referanduma götürmeye karar vermesi gösterilebilir.[7] Cameron, seçim sonucunda sandıktan tek başına iktidar olarak çıkınca da bu söylemini devam ettirmiştir. Ancak AB yetkilileriyle yapılacak reform görüşmelerinin sonucunun beklenmesi koşuluyla.
Cameron, özellikle hükümet programında da AB referandumunu belirtmesine rağmen, seçim sonrasında AB ile ilişkilerde ihtiyatlı davranmak zorunda kalmıştır. Çünkü, İngiltere’nin AB’den ayrılması, her iki taraf açısından da bir kayıp olarak görülmektedir. Bunun nedenlerini belirtmek gerekirse; İngiltere’de büyük şirketler, AB’den olası bir ayrılmanın ekonomiye büyük zararlar vereceğini düşünmektedirler. Özellikle finans merkezi olarak Londra’nın Avrupa ekonomisiyle bağını koparması, İngiltere’yi her açıdan yalnızlığa itebilir. Başta tarım sektörü olmak üzere pek çok alanda Birlik üyeleriyle ticari ilişki içerisinde olan İngiltere açısından bu durum olumsuz bir etki yaratabilir. AB açısından ise İngiltere’nin ayrılığı, Birlik’in gücünü azaltacaktır. Özellikle İspanya, İtalya ve Belçika’daki ayrılıkçı bölgeler, İngiltere’nin ayrılığından güç kazanacaklardır.[8]
İngiltere’nin İskoçya konusunda 2014 yılında referandum döneminde yaşadığı endişeleri AB’nin de yaşadığı ve 2017 yılında referandum olması halinde yaşayacağı kesindir. Sonuç olarak bakıldığında, İngiltere’nin Birlik’ten ayrılması ihtimal dahilinde olmasına rağmen, ABD’nin müttefiki olma sorumluluğu ve bunu Kıta Avrupa’sında kullanma kozunu İngiltere’nin kaybetmeyeceğini belirtmek gerekir. AB üye devletlerin de Almanya’nın liderliğinden memnun olmadığı, Fransa başta olmak üzere bu hakimiyetin önlenmesi konusunda İngiltere’ye ihtiyaç duydukları yadsınmamalıdır. Diğer yandan AB tarafı, İngiltere’nin bu tutumunun , göçmenler konusunda yaşanan gelişmeler ve serbest dolaşım hakkı konusunda Birlik kurallarına karşı bir blöf olduğu noktasındadır.
Emre ERDEMİR
Marmara Üniversitesi
[1] Ercan, Metin, (26 Ocak 2013), İngiltere ve AB, 19 Temmuz 2015, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/metin_ercan/ingiltere_ve_ab-1118577.
[2] Aydın, Ali Kemal, (Şubat 2004), Serbest Ticaret Anlaşmalarının Yeri ve Dış Ticaretin Geliştirilmesindeki Önemi, Uluslararası Ekonomik Sorunlar Dergisi, Sayı:12, http://www.mfa.gov.tr/serbest-ticaret-anlasmalarinin-yeri-ve-turkiye_nin-dis-ticaretinin-gelistirilmesindeki-onemi.tr.mfa.
[3] Kınacıoğlu, Sedef, (23 Ocak 2013), İngiltere, AB’den Neden Ayrılmak İstiyor, 20 Temmuz 2015, http://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/01/130123_eu_uk_analysis.shtml.
[4] Kınacıoğlu, a.g.m, http://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/01/130123_eu_uk_analysis.shtml.
[5] Kemal, İsmail, (6 Kasım 2014), İngiltere, AB’den Çıkacak Mı?, 22 Temmuz 2015, http://www.abhaber.com/ingiltere-abden-cikacak-mi/.
[6] Günaltay, Ahmet, (4 Kasım 2014), İngiltere’nin AB Çıkmazı, 23 Temmuz 2015, http://www.dw.com/tr/ingilterenin-ab-%C3%A7%C4%B1kmaz%C4%B1/a-18038674.
[7] N.N., (5 Haziran 2015), Londra’da Gündem: İngiltere, Avrupa Birliği’nden Ayrılacak Mı?, 23 Temmuz 2015, http://tr.euronews.com/2015/06/05/londra-da-gundem-ingiltere-avrupa-birligi-nden-ayrilacak-mi/.
[8] N.N, a.g.m., http://tr.euronews.com/2015/06/05/londra-da-gundem-ingiltere-avrupa-birligi-nden-ayrilacak-mi/.