Avrupa Birliği’nin Tarihsel Gelişimi
2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa ülkeleri, savaşın yarattığı problemleri aşmak amacıyla çeşitli çalışmalar yapmıştır. Genel anlamda bu çalışmalar Avrupalı devletlerin iş birliği yapması ve birleşmesi temeline dayanır. Bu noktada, Alman Şansölyesi Konrad Adenauer, Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman, İtalyan Başbakanı Alcide de Gasperi, Birleşik Krallık Başbakanı W. Churchill, Belçika Başbakanı Paul Henri Spaak gibi Avrupalı siyasi liderler Avrupa’nın bütünleşmesinden yana bir irade ortaya koymuşlardır. Bu liderler önce Avrupa Konseyi (Council of Europe) sonra da Avrupa Birliği’nin kurucu fikir babaları olmuşlardır. 5 Mayıs 1949 tarihinde 10 Avrupa ülkesi tarafından imzalanan Londra Antlaşması ile Avrupa Konseyi kurulmuştur.
Özellikle kıtada kalıcı barışı sağlamak ve güvenliği daim kılmak düşüncesiyle Batı Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Luxemburg bir araya gelerek kömür ve çelik üretimi hakkındaki aksiyonları belirli çerçevede ilerletmek amacıyla bir anlaşma imzalamışlardır. Ardından, 9 Mayıs 1950’de Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman, Eski Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri Jean Monnet’nin dile getirdiği fikirlere dayanan ve Avrupa’daki devletlerin birleşmesi fikrinin temellerini atan Schuman Planı’nı yayınlamıştır. Schuman Planı, Avrupa’da barışın daim olabilmesi için Fransız-Alman dostluğunun zorunlu olduğunu belirtmiş ve bu oluşum etrafında Avrupa’nın bütünleşmesi gerektiği görüşünü savunmuştur. Bu noktadan yola çıkarak, Shuman Planı çerçevesinde 1951 yılında bahsi geçen altı kurucu üyenin temellerini attığı Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kurulmuştur. 1957 yılında ekonomi topluluğunun kurulması ve iş birliğinin artırılması amacıyla imzalanan Roma Antlaşması neticesinde malların, işgücünün, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaştığı bir ortak pazarın kurulması amacıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve nükleer enerjinin barışçıl sebeplerle ve güvenli biçimde kullanılmasını sağlamak amacıyla Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) kurulmuştur. 1993 yılında yürürlüğe giren Maastricht Antlaşması ile Avrupa’da bulunan topluluklar Avrupa Birliği bünyesine dahil edilmiştir. Böylece Avrupa devletleri ulusüstü bir oluşum ile ekonomik, sosyolojik, coğrafik ve siyasal iş birliğini kalıcı ve etkin kılmışlardır.
Avrupa devletleri arasında özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında iş birliği esasına dayalı anlaşmaların yapılması temelinde SSCB’nin kıta Avrupa’sındaki yayılmacı politikasından korunma fikri yatmaktadır. Bununla birlikte, savaş yorgunu olan Avrupa ülkeleri savaş sonrası iki kutuplu dünyada kendi egemenliklerini korumak amacıyla coğrafik bir oluşum içine girmeyi bir ihtiyaç olarak hissetmişlerdir. Bir yanda ABD’nin benimsediği ve müttefiklerini de dahil etmek istediği serbest piyasa ekonomisi bir yanda da SSCB’nin sosyalizmin egemen kılınması yönündeki düşünceleri dikte etmesi, özelikle ekonomi alanında Avrupa devletlerinin iş birliği yapmasını zorunlu hale getirmiştir. İki kutuplu bir dünyada Avrupalı devletlerin oyun kurucu bir pozisyonda olması için mutlaka iş birliği içerisinde olmaları gerekmektedir. Aksi taktirde savaş sonrası dönem için global çapta üçüncü bir gücün varlığını kabul ettirmek zorlaşacaktır. Bunun nedeni ise savaş yorgunu Avrupa devletlerinin ABD ve SSCB ile tek başlarına yarışacak ekonomik, askeri ve siyasi güce sahip olmamalarıdır. Bu bağlamda, Avrupalı devletler iş birlikleri ile hem kendi menfaatleri doğrultusunda güç birliği yapmış hem de her alanda sahip oldukları negatif pozisyonları birleşerek bertaraf etmişlerdir.
Avrupa Birliği ve Küreselleşme
AB’nin fonksiyonları, amaçları ve ilerleme planlarına ışığında küreselleşme kavramı ele alınacak olursa, çift yönlü çıkarımlar yapmak mümkündür. Küreselleşme faktörünün AB için olumlu etkiler yarattığı birçok alan bulunmaktadır. Hâlihazırda Avrupa menşeili birçok global şirket dünyanın farklı noktalarında faaliyet göstermektedir. Uluslararası çapta faaliyet gösteren bu şirketler AB için hatırı sayılır bir ekonomik güç özelliği taşımaktadırlar. Bununla birlikte ekonomik faktörlerin yanı sıra AB devletleri küreselleşmenin getirdiği iletişim kolaylıklarını kullanarak kendi kültür hegemonyalarını ABD’nin kültür endüstrisine rakip yapabilmişlerdir. Buna benzer küresel etkileşimin pozitif etki yarattığı birçok alanda AB küreselleşme fikrinden pozitif anlamda yararlanmaktadır.
Buna karşın, AB sonuç olarak kapalı bir organizasyondur. Çeşitli kriterleri sağlamanın yanında AB üyesi devletlerin çıkarları bağlamında yalnızca bu birliğe üye olunabilmektedir. Bu nedenle, AB harici devletler için birliğin kendi içerisinde sunduğu imkanların belli bir önemi yoktur. Bu denli içi içe geçmiş toplumların, ekonomik faaliyetlerin ve daha nicelerinin olduğu bir dünyada kapalı devre bir iş birliği oluşumu küreselleşmeye alternatif olamaz. Aynı zamanda AB’nin kendi üye devletleri bağlamında dahi her konuda konsensüsü sağlayamaması, birliğin temelde problemlerinin bulunduğunun bir göstergesidir. Nitekim, Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması esas itibariyle hantal bir sistemin yeterince gelişmiş bir devlet için yalnızca pranga görevi görmesinden başka bir niteliği olmadığının da kanıtıdır. Sonuç olarak AB kurulma aşamasındaki küresel konjonktür ele alındığında zamanın ihtiyaçları doğrultusunda kurulmuş bir yapıdır. Fakat günümüz koşullarında bu denli bağlayıcı topluluklar yavaş yavaş önemi yitirmektedir. Bunun nedeni bireyler ve toplumlar ile birlikte devletlerin de liberal bir anlayışa kaymasıdır.
Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri
Türkiye’nin Avrupalı devletlerin iş birliğine katılım süreci 1959 yılında AET’ye katılım başvurusu ile başlamıştır. Menderes hükümeti ile birlikte savaş sonrası dünyadaki güç odaklarına yaklaşım prensibi hem Avrupa hem de ABD yönünde ilerlemiş, bu güç odaklarına entegrasyon amacıyla çeşitli girişimler yapılmıştır. Nitekim, NATO, Avrupa Konseyi gibi farklı uluslararası örgütlere üyelikler gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda, Türkiye AB’ye tam üyelik serüveni, 1959 yılındaki AET üyeliği başvurusu ile başlamıştır. Türkiye gerek zamanın küresel konjonktürü gerekse iç meseleleri nedeniyle halihazırda AB tam üyeliğine dahil edilmemiştir.
Bu noktada, Türkiye’nin “aday ülke” statüsü kazanmadan önceki AB ile ilişkileri farklı olaylar bağlamında ya kesintiye uğramış ya da belirtilen takvimin dışına çıkmıştır. Bu durumların yaşanmasındaki temel etmenlerden biri Türkiye’de yaşanan askeri darbelerdir. Darbeler birçok ulusal ve uluslararası konuda olduğu gibi AB ile yapılan görüşmeleri de negatif etkilemiştir. AB’nin temel esaslarından biri olan demokrasinin hâkim kılınması ilkesi askeri darbeler ile ayakla altına alınmış ve Türkiye’nin AB nezdindeki demokratik devlet imajına zarar vermiştir. Nitekim, AB demokratik yollar ile başa gelmemiş yönetimlerin hâkim olduğu ülkeleri birliğe entegre etmeleri beklenecek bir durum değildir.
Bunun yanı sıra, Kıbrıs sorunu da AB ve ABD ile olan ilişkilerimizi zedelemiştir. Yunan cuntasının başa gelmesi ile Kıbrıs Türklerine yapılan zulmün son bulması amacıyla Türkiye uluslararası antlaşmaların verdiği yetkiye dayanarak 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekâtını gerçekleştirmiştir. Bu harekât ile ABD başta olmak üzere AB devletleri tepki göstermiş, ABD yaptırımlar uygularken AB devletleri Türkiye’nin aday ülke sürecini askıya almıştır. Daha sonra ilişkilerin düzelmesi ile hem yaptırımlar kalkmış hem de AB süreci devam etmiştir.
AB esas itibariyle coğrafik bir oluşumdur. Avrupalı devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda geliştirdikleri bu örgüt yine bu çıkarlar doğrultusunda genişlemiştir. Bu bağlamda, Türkiye’nin AB’ye kabul edilmemesinin ardında yatan birkaç farklı neden bulunmaktadır. AB’nin Türkiye’yi üye olarak kabul etmemenin nedenlerini, demokrasi ve insan haklarının ülke içerisinde egemen kılınmaması ve azınlık hakları üzerinden oluşturduğu argümanlar ile açıklamaktadır. Bu bağlamda, sunulan argümanlar özellikle 15 Temmuz 2016 sonrası dönem için objektif ve doğru olarak nitelendirilebilir. Fakat bu tarihin öncesinde de AB, belirttiği nedenlerden farklı nedenler bağlamında Türkiye’nin tam üyeliğine karşı çıkmıştır. Bunlardan muhtemel bir tanesi AB üyelerinin ekseriyetle Hristiyan toplumlardan oluşması buna karşın Türk toplumunun ekseriyetle Müslüman oluşudur. Bununla birlikte, Türkiye’ye tam üyelik verilmesi halinde AB ülkelerine bir Müslüman – Türk göç dalgasının oluşmasından korkulmaktadır. Aynı zamanda, genç nüfusa sahip Türk toplumunun Avrupa genelinde ekonomik bir dominantlık yaratabileceği ihtimali de bu nedenler arasında yer almaktadır.