22.5 C
İstanbul
Perşembe, Ekim 10, 2024

Almanya’da Sivil Toplum Kuruluşları – 1. PARÇA

GİRİŞ

1 – PDF – Birinci Bölüm – Sivil Toplum ve Tarihsel Süreçte Sivil Toplum

Almanya’daki sivil toplum kuruluşlarını anlatmak amacıyla hazırlanmış olan bu çalışma; öncelikle sivil toplum kavramını açıklamakla işe başlamış ve ardından Almanya’daki örgütlenmeler anlatılarak, sonrasında siyaset ilişkileri anlatılmaya çalışılmıştır. Bu noktada sivil toplumu anlatmadan önce, birer örgüt olan sivil toplum kuruluşlarının örgütlenme türlerini bilmemiz gerekmektedir. Siyaset bilimi kaynaklarında baskı ve çıkar grupları adı altında da anlatılagelen sivil toplum kuruluşları, yönetim bilimi kaynaklarında da örgütlenme başlığı altında farklılığını göstermektedir. Farklı bakış açılarının kesiştiği noktaya göre sivil topluma “üçüncü sektör, beşinci güç” de denilmektedir. Bu tanımlama basit olduğu kadar, betimleyicidir de. Sivil toplum, kamu ve özel sektörü dengeleyici olarak ortaya çıkmış ve bir takım grupların çıkarlarını da örgütleyen bir üçüncü sektör konumundadır. Bununla birlikte sivil toplumu; yasama, yürütme ve yargıdan sonra denetleyici güç olarak ortaya çıkan “medya” nın arkasından beşinci güç olarak tanımlayanlar da vardır.

İşte bu çalışmada ilk olarak genel anlamda sivil toplum, örgütlenmesi ve yöntemleri anlatıldıktan sonra, özetle tarihsel süreçte sivil toplumdan bahsedilecek, bu şekilde de Almanya’daki örnekleri daha kolay anlaşılır hale getirilmeye çalışılacaktır. Arkasından son olarak ise, siyasi partilerden farklı amaçlarla örgütlenmiş olan sivil toplumun siyasi partiler ve siyasetle olan ilişkisi, çalışmanın içeriği açısından, olabildiğince özetle anlatılacaktır.

 

(BİRİNCİ PARÇA)

(NOT: Bu çalışma, parçalar halinde paylaşılacak olup, kaynakçası son bölüm ile birlikte verilecektir.)

 

  1. GENEL OLARAK SİVİL TOPLUM KAVRAMI

 

  • Sivil Toplum Ne Demektir?

Sivil toplum kuruluşlarını ilk olarak birer örgüt olarak ele almamız gerekmektedir. Türlerine, amaçlarına ya da ideolojilerine bakmaksızın salt birer örgüt olarak sivil toplum örgütlerini anlamadan önce örgütü tanımlamak gerekmektedir. Örgüt, en basit tanımıyla; bir amacı gerçekleştirmek için bir araya gelmiş insan topluluklarıdır.

Örgütler genel anlamda ikiye ayrılır: Doğal (informel) örgütler ve biçimsel (formel) örgütler. Konumuz açısından doğal örgütleri kısaca tanımlamak yeterli olacaktır.

Doğal örgütler: “Belirli kurallar içinde önceden amaçları ve işleyiş biçimleri belirlenmiş, kendiliğinden oluşan ve amaç gerçekleştikten sonra kendiliğinden dağılan insan kümelerine, gruplarına ve topluluklarına denilmektedir” (Öztekin, 2010: 85). Doğal örgütlerde biçimsellik olmadığı için önceden belirlenmiş kurallar da bulunmaz. Her yaş, cinsiyet, etnik grup, eğitim seviyesi, meslek ve kültürden insanları içerisinde barındırabildiği için bu tarz örgütler heterojen yapıdadır diyebiliriz. Ali Öztekin doğal örgütlere örnek verirken akılda kalması açısından, takımlarını desteklemek için bir araya gelen taraftar gruplarını, mahallesinin ortasından geçen karayolunu istemeyen ve bunun için bir araya gelen mahalle sakinlerini anlatır (Öztekin, 2010: 86).

Bir diğer örgüt biçimi olan biçimsel örgütler ise doğal örgütlerin tersine homojen bir özellik gösterir ve süreklilik arz eder. Önceden belirlenmiş kurallara göre oluşturulur ve bu kurallar çerçevesinde faaliyet gösterirler. Kuruluşları ve işleyişleri gibi; yapıları, faaliyetleri ve ortadan kalkmaları da kurallarla gösterilmiştir. Biçimsel örgütleri farklı kılan özelliklerinden biri de, üye sayılarının ve işleyişlerinin denetlenebilir, izlenebilir ve daha kolay yönlendirilebilir olmalarıdır (Öztekin, 2010: 87).

Biçimsel örgütleri daha kolay anlayabilmek için üç kümeye ayırarak incelemek mümkündür: Birincil Örgütler (Kamu Örgütleri), İkincil Örgütler (Özel Sektör Örgütleri) ve Üçüncül Örgütler (Sivil Toplum Örgütleri – Hükümet Dışı Kuruluşlar). Konumuz açısından birincil ve ikincil örgütler anlatılmayacak, üçüncül örgütler olan sivil toplum kuruluşlarının üzerinde durulacaktır.

Sivil toplum denince akla baskı ve çıkar grupları kavramları da gelmektedir. Bu noktada bu kavramlardan da bahsetmek ve kavramları ortak noktada buluşturmak yerinde olacaktır. Üyelerinin maddi, manevi çıkarlarını korumak için oluşturulmuş örgütlü ya da örgütsüz insan topluluklarına çıkar grupları denmektedir. Kendiliklerinden var olan çıkar grupları, örgütlendikleri andan itibaren baskı grubuna dönüşmüş olurlar (Kışlalı, 2010: 295).

Öztekin’e göre de baskı grupları, çıkar gruplarından farklı olarak, çıkar gruplarının özel bir türüdür. Bir çıkar grubunun baskı grubu sayılabilmesi içini öncelikle örgütlenmiş ve sürekli olması, sonra da baskı yöntemlerini kullanarak siyasi iktidarlar üzerinde üyelerinin, örgütlerinin, gerekirse toplumun belirli kesiminin ya da çoğunun çıkarları için baskı yapabilmeleri gerekir. Her türlü işçi, işveren sendikaları, dernekler, meslek kuruluşları hem çıkar grubu hem de baskı grubudurlar (Öztekin, 2007: 98).

Kışlalı’ya göre de baskı ve çıkar grupları yapısına göre üçe ayrılırlar. Bunlar kadro, kitle ve otoriter baskı ve çıkar gruplarıdır. Bu ayrımı yapmak, çalışmanın ilerleyen bölümlerinde sivil toplum kuruluşlarını incelerken daha rahat sınıflandırabilme yapabilmemiz açısından önemlidir. Şimdiye kadar anlatılanlardan sivil toplum kuruluşlarını genel anlamda nasıl tasnif edeceğimiz ortaya çıkmıştır. Özetle bunlar sendikalar, dernekler, meslek örgütleri ve her tür gönüllü kuruluşlardır, denebilir.

“Kitle baskı gruplarının en iyi örneğini, işçi sendikaları oluşturur. Esnaf ve çiftçi örgütleri başta olmak üzere, toplumsal tabanı geniş olan çeşitli meslek kuruluşları da genellikle işçi sendikalarına benzer bir biçimde örgütlenirler. Ama yine de kitle baskı grupları sadece meslek çıkarını savunmaya yönelik sınıfsal örgütlerden ibaret değildirler.

Gücünü üyelerinin sayısından ya da örgütlenme düzeyinden çok üyelerinin niteliklerinden alan baskı gruplarını, kadro baskı grupları olarak adlandırabiliriz. Üyelerinin ekonomik güçleri veya ekonomik etkenlerden bağımsız olarak toplumda sahip oldukları etki düzeyi, kadro baskı gruplarının ortak özelliğidir. Bu tür baskı gruplarının başında işveren örgütleri gelir.

Otoriter baskı grubu yapısına özellikle faşist eğilimli örgütlerde rastlanır. Faşist ve nasyonal sosyalist partilerin askeri yapısı, onların bir çeşit kolu ya da paralel kitle örgütleyicisi durumundaki bu kuruluşlara da yansır. Katı bir disiplin ve merkez otoritesine boyun eğme esastır.” (Kışlalı, 2010: 296 – 297).

Son olarak baskı gruplarının yöntemlerini saymak gerekirse:

  • İkna (inandırma) yöntemi,
  • Siyasi tehdit yöntemi,
  • Para ya da maddi çıkar sağlama,
  • Hükümet çalışmalarının engellenmesi,
  • Kitlesel eylem

Yöntemleri karşımıza çıkar. Bu gruplar bu faaliyetleri uygularlarken güçlerini sağlayacak kaynakları ise üye sayıları, mali kaynakları ve örgütlenme biçimlerinden gelmektedir (Öztekin, 2007: 99 – 103).

“Jean Meynaud, baskı gruplarının temel işlevlerini üçe ayırarak inceliyor: karar organlarına, sorunlarıyla ilgili olarak ayrıntılı olarak bilgiler vermek, alınan kararlara üyelerinin rızasını sağlamak ve tabanlarındaki genel eğilimleri yönlendirip akılcı çözüm önerilerine dönüştürmek. Baskı gruplarının, kamu yönetimine sunmak üzere yaptıkları ayrıntılı hazırlıklar olmazsa, alınacak kararlardaki hata payı artabilir. Alınan kararları ve girişimleri, üyelerine anlatmaları ve uyulmasını istemeleri, toplumsal uzlaşmaya katkıda bulunur. Eğilimlerin yönlendirilmesi ise düzensiz ve kolaylıkla şiddete kayabilecek eylemleri önler. Düzene karşı gibi görünen baskı grupları bile, kendilerine, çıkarlarını ve görüşlerini yasal yollardan savunmak olanakları tanındığı ölçüde, istemeden düzene hizmet etmiş olurlar.” Baskı grupları bazı durumlarda, siyasal partilerin bıraktıkları boşluğu doldurabilirler. Kendileriyle ilgili siyasal kararları, ya doğrudan ya da kamuoyu aracılığıyla dolaylı olarak etkilemeye çalışırlar (Kışlalı, 2010: 300 – 301).

 

  • Tarihsel Süreçte Sivil Toplum

“Topluluk oluşturulmasına ilişkin konulara yüzyıllardan bu yana düşünce alanında değinilmiştir. Filozofların bir araya gelme özgürlüğü ile ilgili fikirlerine bakıldığında, Platon’un, bireyin kendisini devletin buyruğu dışında herhangi bir düzene tabi kılmaması gerektiğini ileri sürdüğü ve aile kurumuna dahi karşı çıktığı görülmektedir. Ona göre, devlet, bireyin ihtiyaçlarının giderilmesi için üstün kurumdur ve kişi devlete karşı, kısmi sadakatlerle saptırılmaması gereken bölünmez bir sadakat yükümlülüğü altındadır. Platon’un öğrencisi Aristoteles, devletin gerekliliğini ve önceliğini tespit etmekle birlikte, toplumun çoğulcu yapısını kabul etmekte ve vatandaşların siyasi teşkilat olan yüce topluluğun parçalarını teşkil eden sınırlı topluluklar kurabileceklerini ve bunlara katılabileceklerini belirlemektedir. Akinolu Thomas da Aristoteles gibi, devlet içinde sınırlı toplulukların kurulmasını ve bunlara katılımı kabul etmektedir. Bununla birlikte devlet en üstün topluluktur ve insanoğlunun toplumsal niteliğinin zaruri bir sonucudur. İlkçağ ve ortaçağ düşüncesinde insan hakları ve dernek özgürlüğü konusunda sistemli bir düşünceye rastlamak mümkün değildir.

İnsan hakları doktrini sistemli bir şekilde yeniçağda ortaya konmuştur. Doğal hukuka dayanan insan hakları anlayışı tabiat hali, toplumsal sözleşme gibi kavramlara dayanarak insanların doğuştan, dokunulmaz, devredilmez ce vazgeçilmez insan haklarına sahip olduğunu savunmuştur. Diğer yandan bireyci doktrin insan haklarının kaynağı konusunda yalnız insana dayanmıştır. Yeniçağ düşünürlerinden Thomas Hobbes ikincil örgütlenmelerin gelişmesini sakıncalı addetmiştir. Hobbes, bağımsız dini gruplara, siyasi örgütlenmelere, baskı gruplarına şiddetle karşı çıkmaktadır, kilisenin devletten ayrı olmasını da kabul etmemektedir. John Locke da, bir araya gelme hakkı ile ilgili genel bir teori oluşturmamıştır. Onun sınırlamalara tabi tutulabilen doğal ve devredilmez bir araya gelme hakkını kabul ettiği söylenebilir.

Fransız aydınlanmasının önde gelen temsilcisi Jean Jacques Rousseau yalnızca izole edilmiş vatandaşların, genel iradeyi açığa çıkarabileceğini kabul etmiştir. Rousseau, örgütlenmelerin olduğu bir toplulukta, örgütlerin iradelerinin bireylerin iradelerinin yerine geçeceğini, kişiler kadar değil örgütler kadar oy olacağını belirtmiştir. Dönemin diğer düşünürleri de bu düşünceden hareketler derneklere düşmanca bakmışlardır.

Yakınçağa baktığımızda, Tocqueville, dernek özgürlüğünün önemini vurgulamıştır. Yazar, kendisi için eylemde bulunma hakkının yanı sıra, insanoğlunun en doğal ayrıcalığının kendi çabalarını diğer kişilerle birleştirmesi ve onlarla birlikte hareket etmesi olduğunu ileri sürmüştür.

Dernek kurulmasına ve derneklere üye olunmasına ilişkin mantıki bir sonuç Alman Otto von Gierke tarafından geliştirilmiştir. Yazar gönüllü örgütün kendisine bir kişilik tanımaktadır. Yazar örgütü organik bir varlık olarak görmektedir. Örgüt yalnızca üyeleri tarafından temsil edilmemekte, daha ziyade üyeleri aracılığıyla faaliyette bulunmaktadır. Modern doğal hukuk düşünürlerinden Jacques Maritain, ara organizasyonların çoğulcu bir toplum için gerçek anlamda bir gereklilik olduğunu vurgulamıştır.” (Sezer, 2008: 9 – 13).

Bu noktada çalışmanın konusu ve kapsamı açısından tarihsel süreç içerisinde genel anlamda mantıksal bir açıklama yapılması yeterli olacaktır. Çalışmanın ilerleyen bölümlerinde yeri geldikçe Alman sivil toplum örgütleri açısından tarihten kısa irdelemelere yer verilecektir.

“Sanayi Devrimi 18. yy.’ın ikinci yarısında İngiltere’de doğmuş ve oradan Batı Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Sanayi Devrimi aslında makinenin ve onunla birlikte buhar ve büyük fabrika sanayisinin doğuşu olayıdır ve ekonomik yaşamı ve onun kurumlarını derin bir biçimde değiştirmiştir. Çağdaş sanayi tekniği 18. Yy.’ın ikinci yarısından başlayarak şaşırtıcı bir hızla gelişmiş ve bu gelişme büyük ve derin toplumsal değişmelere yol açmıştır. Bu teknik ve toplumsal gelişme ve değişmeler, önceki dönemden farklı olarak, geniş bir işçi sınıfını ortaya çıkarmış, yeni yaşama ve çalışma koşulları yaratmış, kentlerin nüfusu hızla artmış, erkek, kadın ve çocuk işçileri zor, ağır ve insanı hızla yıpratan çalışma koşullarıyla karşı karşıya bırakmıştır.

Kapitalist sistem, küçük atölye sistemini yıkarak ve makineleşmeden önce imalathanelerde kalabalık işçileri toplayarak, vaktiyle loncalar içinde toplanmış ögeleri birbirinden ayırmış ve girişimcinin karşısında durmadan artan, yeni bir sınıf ortaya koymuştur.” (Özkiraz ve Talu, 2008: 108 – 109).

“Tarihe baktığımızda 19. Yüzyılda sendikalar ve sosyal demokrat partiler bünyesinde örgütlü olan işçi sınıfının etkin bir sivil toplum gücü olarak kamuoyunda (yoğun protestolar, grevler, sivil itaatsizlikle) baskı yaratmış olduğunu ve “gece bekçisi devletten” sosyal demokrat sosyal devlete dönüşüme ciddi katkı sağlamış olduğunu görüyoruz. Bu hareketin ana fikrini, özgürlüğün toplumsal ve maddi önkoşullara bağlı olduğu ve bu koşulların da ancak sosyal devlet anlayışına sahip etkin bir devlet tarafından sağlanabileceği düşüncesi oluşturmuştur.” (Embacher, 2010: 3).

“Başlangıçta iktisadi liberalizmin etkisiyle çeşitli baskı ve yasaklamalarla sindirilmeye çalışılan sendikal hareket, kararlı mücadelelerden sonra, 19. Yüzyılda hak olarak tanınmıştır. Sendika hakkı günümüzde gerek iç hukuk, gerekse uluslararası hukuk metinlerinde temel insan hakkı olarak yer almaktadır. Başlangıçta işçilerin örgütlenme biçimi olan sendikalar, işçi sendikaları güçlenince işverenlerce de tercih edilmiş ve işçi sendikalarına tepki olarak işveren sendikaları kurulmuştur.” (Özkiraz ve Talu, 2008: 109).

Habermas’a göre; “Sivil toplum az ya da çok kendiliğinden oluşmuş birlikler, örgütler ve hareketlerden meydana gelir. Bunlar toplumsal sorunların özel yaşam alanlarında doğurduğu yankıyı kaydederek yoğunlaştırır ve yüksek sesle siyasi kamuoyuna aktarırlar. Sivil toplumun çekirdeğini, toplumu ilgilendiren sorunların çözümüne yönelik tartışmaları kamusal alanlar çerçevesinde kurumlaştıracak –devlet ve ekonomi dışı- birlikler, topluluk ağı oluşturur.”. Sivil toplum, sivil toplum örgütleri aracılığıyla siyasi sürece dâhil olan ve siyasi süreci tümüyle benimsemiş bilinçli yurttaşların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemeleri amacıyla oluşturmuş oldukları bir siyasi proje olarak anlaşılmalıdır. Daha fazla özgürlük ve daha fazla adalet sağlayacak ve hür iradeye dayalı sorumluluk duygusu yaratacak bir demokratik düzen kurma hedefi, güçlü bir sivil toplum anlayışının en önemli itici gücünü oluşturur (Embacher, 2010: 2).

 

iutul-

SON YAZILAR
İLGİLİ HABERLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.